Şirin’in 'Yenmişiz, neden ağlıyorsun?' dediği işte bu başkan ve onun ülkesi. Daha doğrusu, onun o zaman da şimdi de dünyayı kasıp kavuran emperyalist devleti.

Fidel’in yoldaşlarını dinlemeye giderken 

Dönüş yolunda bu yazıyı tasarlarken, daha doğrusu, böyle bir yazı kafamda oluşmaya başlamışken Mustafa Ekmekçi’yi hatırladım. Yaşı uygun olmayanlar için bir iki satır gerekebilir. Daha çok 1975’te başladığı Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazılarında git gide ortaya çıkmış bir özellikten söz edeceğim. Hemen herkes onu sadece soyadıyla anardı, şimdi biz de öyle yapalım. Ekmekçi yazıyı yazdığı gün ya da hemen önceki gün bir yerden bir yere giderken, bir toplantıya katılmışken, bir mekânda otururken karşılaştığı insanlardan söz açar, onlarla konuşmalarını, onların neler yapıp ettiklerini, çoğu kez adlarını da vererek tatlı tatlı anlatırdı. Sık sık başvururdu buna. Dahası, o günlerde, böyle adlarının anılmasından pek hoşlanmayanların da aralarında bulunduğu bazı insanların “Aman Ekmekçi’ye yakalanmayalım!” diyerek yollarını değiştirdikleri şaka yollu bir abartıyla dile getirilirdi. Diyeceğim, hep halktan yana davranmış bu gazetecimizin tarzında bir yazı olacak bugünkü.

Dünyadaki sosyalizm mücadelesinin yüz akı olmaya devam eden Küba’nın Devlet Başkanı Miguel Diaz-Canel Bermudez ve çalışma arkadaşları, sabaha karşı dörtteki depremle hatırı sayılır bir şiddetle sallanışından bir saat kadar önce ulaştıkları Ankara’da, anlaşılan ilk iş olarak, Küba dostları ile buluştular. En başta dönüş yolu derken anlatmak istediğim, o toplantıdan dönüş idi. Ama gidişle başlamalı.

İşgünü trafiğinin çok yoğun olduğu sabahın erken saatlerinde, üstelik hiç gitmediğim bir semtteki toplantıya yetişme telaşıyla taksi bekliyorum. Sık rastlanan o yol bilmez adres bulamaz sürücülerden birine denk gelmemek umuduyla bindiğim taksinin efendi görünüşlü şoförü, efendiliğinin yanı sıra pek de bilimli çıkıyor. Toplantı yerini bildiğini ve trafik sıkışıklığı sorunu olmayan bir güzergâhtan rahatça gidebileceğimizi söylüyor. Bu iyi haber. İyi haberin gerilimi ortadan kaldırmasıyla, yaklaşık 7-8 kilometrelik yol boyunca “düzeyli” bir söyleşi başlıyor.

Bana en ilginç geleni, tepesi atınca eline ne geçirse onunla önüne gelene saldıranlara ilişkin çözüm önerisi. Mahallesinde sık sık bu tür müdahalelere başvurduğu için bir iki yıl içerde yatıp çıktıktan sonra aynı yolda devam eden birini örnekleyerek anlatıyor. “Abi, yatıyor içerde. Yakıt derdi yok, yiyecek içecek derdi yok. O sırada benim gibiler sabahın köründen gecenin karanlığına kadar çalışıp duruyoruz. Geliyoruz, ev soğuk. Karnımız aç. Öteki çıkıyor birkaç yıl sonra. Gene aynı yolun yolcusu. Bakın ben size söyleyeyim. Böylelerini göndereceksin yerin 350 metre altına, maden ocağına. Çalıştıracaksın. Her yana da koyacaksın kameraları, bütün millet seyretsin. Ücretini de kendisine değil çoluk çocuğuna vereceksin!”
“Fena fikir değil.” diyorum. Ama toplantı yerine gelmişiz, devam edemiyorum.

Devlet Başkanı, sosyalizmin ülkülerine bağlılıktan ve eksilmeyen bir direnme inadından, bunların yarattığı güçten söz ediyor. Bunlar iki gündür aktarılıyor burada. İki Barış’ın imzasıyla dünkü Cumhuriyet gazetesinde yazılanlar, iyi bir özet olmuş örneğin. Benim aklıma takılan bir olay var Başkan’ın söylediklerinde. Şu bitmek bilmeyen küresel salgının en şiddetli anlarından birinde hastaların birincil ihtiyacı durumundaki oksijenleri tükenmiş. İthal etmeleri vahşeti hiç azalmayan Amerikan ablukası yüzünden mümkün olamıyor. Üretim imkânlarının da arızalar nedeniyle ortadan kalktığı bir günün gecesinde, Santa Clara’daki sağlık çalışanları, sabaha kadar yapay solunum yoluyla hastaların yardımına koşmuşlar. “Bir tek hastayı bile kaybetmemeyi başardık.” diyor Başkan. Gururla mı desem, öfkeyle mi, hepsini birden kapsayan bir hoşnutlukla mı…

Hemen yanımda Barış’lardan Terkoğlu oturuyor, onun yanında öteki Barış. Yanımdaki, dizlerinin üzerine yerleştirdiği bilgisayarında habire not alıyor. “Uzaktan izlediğimiz kadar çalışkan bir çocuk bu.” diye geçiriyorum aklımdan. Ne zamandır düşünüp duruyordum, onunla bir tanışıklık ya da karşılaşmışlık hissi var bende, epey eskiden gelen, bir punduna getirip sorsam, ama olmuyor.

Toplantı sonunda katılan herkesin tek tek elini sıkıyor Devlet Başkanı.

Çıkıyoruz. Dışarıda güneşli bir sonbahar havası. Serpil ve Kaya Güvenç dostlarımla yürüyoruz biraz. Serpil bundan 55 yıl önce, 1967’nin bir Ekim gününde Che’nin öldüğünü öğrenince evlerinde hüngür ağladığını anlatıyor. “Mihri Abi babamı ziyarete gelmişti, beni öyle görünce niye ağlıyorsun diye sordu. O 39 yaşına kadar ne işler başardı, ondan ne kadar çok yaşayıp da hiçbir şeye yaramayanlar var, dedi.”

Serpil’in anlattığını dinlerken, ondan 6 ay kadar sonra bir başka ağlayış aklıma düşüyor. Ayrılacağımız yere vardığımız için onlara anlatamamıştım. Şimdi yazıyorum.

Yıllardan 1968, Mart ayının son günleri. ODTÜ’nün devrimci öğrencilerinin Elmalı’da toprakları ellerinden alınan köylülerin direnişlerine, toprak işgallerine destekleri sürüyor. Oradan gelen bir haber üzerine üç dört kişilik bir grup 1 Nisan’da yardıma giderken, otomobil devriliyor. İçlerinden Öğrenci Birliği ikinci başkanımız Can Savran’ın ağır yaralı olarak Eskişehir’de hastaneye kaldırıldığını öğreniyoruz. Kötü haberse daha sonra geliyor. Can için üniversitenin yerleşkesinde bir tören düzenliyoruz. Büyük bir kalabalık var. Şirin de şehirden gelmiş, onunla beraberiz. Şirin daha Cemgil olmamış, ara sıra bizim yerleşkeye, Sinan’a gelir. Görüşür, eğleşiriz. O gün de öyle. Ama üzgünüz, kızgınız. Hangisi ağır basıyor, bilmiyoruz. Bir ara, Şirin’in omzuna alnımı yaslayıp hüngür hüngür ağlıyorum. “Ağlama kardeşim niye ağlıyorsun!” diye yatıştırmaya çalışıyor beni. “Bak, yenmişiz işte onları, ağlama!”

Şirin’in “yenmişiz” dediği Amerika. ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, 31 Mart 1968’de bir açıklama yaparak Vietnam’ı bombalamaya son verdiklerini, barış görüşmeleri için talepte bulunduklarını ve yaklaşan başkanlık seçimlerinde bir daha adaylığını koymayacağını ilan etmiş. Sık sık LBJ diye anılan bu Amerikan başkanı, kendinden öncekilere ve sonrakilere çok benziyor. Kennedy’nin bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra onun yardımcısı olarak koltuğa oturmuş, ardından başkanlığa aday olup seçilmiş ve kampanyası boyunca ülkesini Vietnam’a karışmaktan çekeceğini vaat etmiş, ama başkanlık döneminde Amerikan ordusunun bütün öldürücülüğüyle bu uzak Asya ülkesinin üstüne çöküşünü gerçekleştirmiş bir başkan. Başka bir deyişle, pek çok halefi ve selefinde görmeye alıştığımız, sözüne güvenilmez bir ABD başkanı. 

Şirin’in “Yenmişiz, neden ağlıyorsun?” dediği işte bu başkan ve onun ülkesi. Daha doğrusu, onun o zaman da şimdi de dünyayı kasıp kavuran emperyalist devleti.

İki gün önce yarenlik ederek yürürken anlatamadığım buydu. Azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor.

Dönüş yolundaki şoför, öncekine göre daha genç, daha geveze, ama daha mesleki yönelişli. İyi taksici nasıl olur üzerinde duruyor daha çok. Yine de, bir ara, yolcusunu da konuşturmak aklına geliyor: “Hayırdır abi, buralarda seni hiç görmüşlüğüm yok?” Anlatıyorum neden geldiğimi. Biraz şaşırmakla birlikte, ilgisini çekiyor. Küba’ya ablukanın boyutlarına ilişkin birkaç laf ettikten sonra, “Çok vahşi bir devlet bu, kardeşim.” diyorum. Başını sallıyarak onaylıyor ve “Amcacığım, bütün dünya devletleri kendi paralarıyla alışveriş yapacak ki, göreyim ben o heriflerin halini!” 

Şimdi, abilikten amcalığa bu geçiş için terfi mi desem, tenzil-i rütbe mi, yoksa böyle ciddi konularla uğraşır görünmemin sağladığı bir yakıştırma mı, karar veremiyorum. Ayrıca, bu pek geveze delikanlının parlak fikri üzerinde konuşamıyoruz; çünkü, ineceğim yere gelmiş durumdayız. İnip yürürken “Hey bizim akıl küpü halkımız!” diye bayağı da yüksek sesle mırıldanıyorum. Neyse ki, sokak bomboş, yoksa gelip geçenler “Yazık, delirmiş adamcağız!” diyecekler…