Endişeli muhafazakârlık tartışması, düne kadar AKP’ye öyle ya da böyle destek verip şimdilerde muhalif olanların ve AKP-sonrası Türkiye’yi AKP’siz AKP rejimi olarak tahayyül edenlerin bir uydurmasıdır

Endişeli muhafazakârlar neyden endişe ediyorlar?

Tarikat yurdunda canına kıyan Enes Kara ve ömürleri çalınan bütün çocuklar için…

Türkiye siyasetinde bir süredir dolaşımda olan “endişeli muhafazakârlar” kavramı bize ne anlatıyor, bu “endişeli muhafazakârlık” hali hangi toplumsal kesimi işaret ediyor?

Bu kavramı iştahlı bir şekilde dolaşıma sokanlara göre, Türkiye’de daha önce AKP’ye oy veren ama artık kararsız hale gelen ya da bundan vazgeçmek üzere olan ama bu iktidarın değişmesi durumunda kendilerinden rövanş alınacağını düşünerek endişelenen, bu yüzden de o “mutlak kopuş”u gerçekleştiremeyen büyük bir toplam var.

Peki doğru mu bu? Sahiden de bu kavramı siyasetin merkezine yerleştirmemizi, siyasi analizlere dahil etmemizi, muhalefetin mutlaka buna uygun bir şekilde hareket etmesi gerektiğini söylememizi gerektirecek ölçüde geniş, kalabalık, etkili bir toplamdan bahsedebilir miyiz acaba?

Çok net bir şekilde söylemek gerekiyor ki, hayır doğru değil, ne böyle geniş bir toplumsal kesimden bahsetmek mümkün ne de toplumda böyle sahici bir tartışma olduğundan.

Bu tartışma bağlamında AKP-sonrası Türkiye’ye dair endişe taşıyan ve “haklı” olan iki kesim var: Bunlardan birincisi bu iktidarın nimetlerini yiyenler, ihalelerle, imar rantlarıyla, kupon arazilerle, komisyonlarla zenginleşen ve palazlanan iktidar zenginleri. İkincisi ise “muhafazakâr” değil de “İslamcı” olarak nitelendirmemiz gereken, çoğu bir şekilde tarikat ve cemaatlerle bağlantılı, örgütlü AKP’liler.

Peki bunlar, kazanılması, dönüştürülmesi, endişelerine yanıt verilmesi gereken kesimler mi?

Yine çok net bir şekilde söylemek gerekiyor ki hayır. İktidar zenginleri zaten kapsam dışı kategoride, örgütlü İslamcılara ise AKP’yle İslamcılık yarıştırarak ya da birtakım hakların (o hakların neler olduğu da ayrıca tartışmalı) garantisini vererek gitmenin herhangi bir karşılığı yok. Her iki kesim de “kemikleşmiş” bir görünüm sergiliyor ve tutumlarını değiştirmeleri gibi bir ihtimal söz konusu değil.

O halde nereden çıktı bu tartışma, endişeli muhafazakârlık üzerinden kopartılan bu fırtınadan, bu fırtınayı koparanların murat ettikleri şey tam olarak ne?

Sözü edilen tartışmayı sürekli gündeme tutanlar kimler diye sorulduğunda, ortaya şöyle bir yanıt çıkıyor: Birincisi, zamanında iktidar partisine her türlü desteği verip son zamanlarda muhalefet trenine binen ve bunu en ufak bir özeleştiride bulunmaksızın yapan liberal ve muhafazakâr kalem erbapları. İkincisi ise Türkiye toplumunu Millet İttifakı’nın yumuşak geçiş ve restorasyon projesine ikna etmek isteyen, bunun için de tıpkı kendileri gibi bu ikna sürecinin bir parçasını teşkil eden liberal ve muhafazakâr kalem erbabıyla dirsek teması içerisinde olan, düzenin “restorasyon aydınları.”

(Gülen cemaatinin organik kalemlerinin bir kısmının da bunlarla beraber hareket ettiğini, geçerken not düşelim.)

Bu ikisi bir araya gelerek “Millet İttifakı’nın ideologları”nı oluşturuyorlar ve her iki kesim de aynı “network” içerisinde hareket ediyor. “Muhalif” internet sitelerinin, gazetelerin, TV kanallarının her gün karşımıza çıkardığı, 24 saat üzerimize “analiz” boca eden, birbirlerine yönelik referanslarla konuşan ve çoğu “nevzuhur”, yeni tedavüle girmiş isimler bunlar.

İşte endişeli muhafazakarlık tartışmasıyla murat edilen şeyin ne olduğunu da ancak bu isimlere ve yazıp çizdiklerine bakarak anlamamız mümkün görünüyor. Bu network bizi, iktidar partisinin seçimle gideceğine, sokağın öcü olduğuna, evde oturup uslu uslu sandığı beklemek dışındaki bütün yolların AKP’nin ekmeğine yağ sürmek anlamına geldiğine ve hepsinden de önemlisi “sağ seçmeni ürkütmemek” adı altında, dinselleşme tehdidinden, laikliğin toplum açısından zaruri bir ihtiyaç olduğundan ve tarikat/cemaat yapılanmalarından söz etmemek, bu meseleleri fazla konuşmamak gerektiğine ikna etmeye çalışıyor.

“Endişeli muhafazakârlar” kavramı tam da bu noktada sözünü ettiğimiz ikna sürecinin anahtarı haline geliyor, topluma “radikalleşmenin zararları” bu kavram üzerinden anlatılıyor. “Sokağa çıkarsanız, laiklik derseniz, dinselleşme tehlikesine işaret ederseniz, hesaplaşmadan söz ederseniz, devr-i sabık talep ederseniz “rövanşist” olursunuz ve bu da “endişeli muhafazakarlar”ı ürkütür, onlar da gidip yine AKP’ye oy verirler.”  Söylenen tam olarak bu.

“Millet İttifakının ideologları”, bu söylemin yaygınlaşıp kabul görmesini hem kendilerinin muhalif saflara kabulü hem de yumuşak geçiş ve restorasyonun garantisi olarak görüyorlar. Tam da bu nedenle de endişeli muhafazakârlık sopasını toplumun muhalif kesimlerinin üzerinde, hesaplaşma talep eden, laiklik diyen, dinci gericiliğin karşısında duran kesimlerin üzerinde sallamaya devam ediyorlar. Bunu yaparken salgıladıkları ideolojiyle de geniş kesimlerin zihnini iğdiş ediyor, aklını pelteleştiriyor, onları siyaseten felçli zombilere dönüştürüyorlar.

Buna böylesine pervasızca cesaret edebilmelerinin nedeni ise muhalif toplum kesimlerinin nasıl olsa “cepte” olduğuna ve her durumda “tıpış tıpış” sandığa gidip muhalefetin adaylarına oy vereceğine inanıyor olmaları. İşte bu yüzden de eğitimdeki dinselleşmeymiş, Diyanet İşleri’nin inşa edilen rejimdeki rolüymüş, tarikat/cemaat yurtlarında canına kıyan çocuklarmış, beş yaşındaki çocukların örtünmesiymiş, kamu mülakatlarında sorulan sorularmış, umurlarında dahi değil. Bu kesimlerin endişelerinin siyasal alanda en ufak bir kıymeti yok, görülmüyor, duyulmuyor, dikkate alınmıyorlar; varsa yoksa muhafazakârlar ve onların endişeleri!

Buna güncel bir örnek verelim. Özgür Özel geçtiğimiz günlerde Meclis’te yaptığı bir konuşmada Diyanet İşleri’nin okul öncesi din eğitimi projesine itiraz etmiş ve bunu “orta çağ zihniyeti” olarak nitelendirmişti. Aslında Özel, okul öncesi din eğitimine mutlak bir karşı çıkış sergilemiyor, bunun Diyanet’in değil Millî Eğitim Bakanlığı’nın görevi olduğunu söylüyordu.

Ancak bu söylem bile büyük tepkiyle karşılaştı; üstelik iktidar partisinden önce muhalefetin içinden gelen bir tepkiydi bu ve çocukların din eğitimi almasından “orta çağ zihniyeti” şeklinde bahsedilmesinin asıl orta çağ zihniyeti olduğu ileri sürülüyor, eğitim hakkından, demokrasiden, hukuktan falan bahsediliyordu.

İktidarın da bir süre sonra aynı meseleyi diline dolaması üzerine Kılıçdaroğlu’na bu mesele soruldu ve Kılıçdaroğlu aynen şu yanıtı verdi:

Plan ve Bütçe Komisyonu üyeliği yaptığım dönemde Diyanet’in öğrencilere verdiği derslerin kitaplarını istedik. Son derece güzel hazırlanmış, renkleri güzel seçilmiş. Çocukların Kuran’ı rahat öğrenebileceği materyaller hazırlanmıştı. Ben Diyanet İşleri Başkanı’nı o dönem kutladım. Dolayısıyla Diyanet’in bu çerçevede çocuklarımıza, isteyen ailelerin çocuklarına Kuran’ı öğretmesi kadar doğal bir şey yoktur. Siyaset, inanç ve kimlik alanlarına asla girmemeli. Anayasa’nın 24. maddesinde de bu açık ve net belirtiliyor. Gerçekten de Kuran kurslarının annelerin babaların güven içinde çocuklarını gönderebileceği mekanlar olması gerekiyor. Bazı kursların badana boyalarının CHP İl örgütleri tarafından yapıldığını da belirtmek isterim. İnsanlar inançlarını çocuklarının öğrenmesini isteyebilirler. Bunun AKP ve MHP tarafından siyasete malzeme edilmesini de doğru bulmuyorum. Görüşümüz, partinin görüşü de budur.

Dört-beş yaşındaki çocukların kafalarının hurafelerle doldurulmasına Cumhuriyet’i kuran partinin genel başkanının bakış açısı buydu. Ve bu bakış açısı, “endişeli muhafazakârlık” adlı uydurmayı, ciddi, bilimsel, üzerine kafa yorulması gereken bir kavrammış gibi kamuoyunun gündemine taşıyan restorasyon aydınlarının, Millet İttifakı’nın ideologlarının bakış açısının aynısıydı. Ortada endişe edilecek bir durum yoktu, Diyanet’in kitapları çok ciciydi, çok güzeldi. Çocuklarının orta çağ karanlığına hapsolmasını istemeyen ailelerin endişeleri mi? Dediğim gibi, onların ne düşündüğünün herhangi bir önemi bulunmamaktaydı.

(Aynı günlerde Erdoğan ise “kininin ve dininin sahibi olma” sözüne uygun bir şekilde, bir kez daha Köy Enstitüleri’ni hatırlayacak ve enstitülerde çocuklara ideolojik girdi yapıldığını söyleyerek Cumhuriyet’le hesaplaşmasına devam edecekti.)

Yazı uzadı, şöyle bitirelim: Endişeli muhafazakârlık tartışması, düne kadar AKP’ye öyle ya da böyle destek verip şimdilerde muhalif olanların ve AKP-sonrası Türkiye’yi AKP’siz AKP rejimi olarak tahayyül edenlerin bir uydurmasıdır. Bu “endişe” ise asıl duyulması gereken endişeyi, yani Türkiye toplumunun planlı programlı bir şekilde yoksullaştırılmasına ve bunun üzerine örtülen din örtüsüne dair endişeyi görünmez kılmaktadır. Gözlerimizi açıp görmemiz gereken, asıl endişe duymamız gereken şey tam olarak budur.