Eğer çözülüşün karşısına yeni bir birlikle çıkacaksak, yeni bir kolektif kimlik kuracaksak, bizim 'kurucu öteki'miz, siyaseten hasmımız, karşı kutbumuz, doğrudan bu düzen ve onun sahipleri olmalıdır.

Çözülüş, çöküş, çözüm

Türkiye bir yanında devletin, diğer yanında toplumun olduğu bir çözülme süreci yaşıyor, devlet ve toplum, devlet ve toplum olmaktan çıkarak başka bir şeye dönüşüyor, çözülüyor.

Bu ikisinden “devletin çözülüşü” görece daha net gözlemlenebiliyor. Tek adam/tek parti rejimiyle birlikte mimarisi değişen devlette, özellikle cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiği andan itibaren, güç bir yandan tek adama/tek partiye doğru daralıyor doğru ama bu aynı zamanda birbiriyle rekabet, hatta çatışma halinde olan hizip ve kliklerin de ortaya çıkışını getiriyor ve bugün bu çatışma giderek derinleşiyor.  

Anayasanın, hukukun, bürokrasinin ve liyakatin yok sayılması ile kurumsallaşmanın çöküşü, devletin farklı klik ve hiziplerce parsellenmesini hızlandırır ve aralarındaki çatışmaları derinleştirirken, buna bir de kurumların itibarının yok olması ve bunlara yönelik güvensizlikteki artışın eklenmesi, devletin kendisini tüm ulusun devleti olarak sunmasını da, buna uygun davranış ve refleksler üretmesini de neredeyse imkânsız hale getiriyor. Yani devlet, en önemli özelliği olan “herkesin devletiymiş gibi yapma/öyle görünme” yeteneğini kaybediyor. Buradan geriye ise elde sadece topluma giderek yabancılaşan ve temel fonksiyonu toplumu baskı altında tutmak olan bir güvenlik aygıtı kalıyor. 

Devletin çözülüşüne toplumun çözülüşü de eşlik ediyor. Günümüz Türkiye’sinde bir kolektif bütünlük ve bilinçli bir şekilde bir arada durma hali olarak toplumdan da, ulustan da, halktan da söz etmek pek mümkün görünmüyor. 

Toplumun bir felçli gibi davrandığı ve toplumsal tepkilerle reflekslerin neredeyse ortadan kalktığı bir durumla karşı karşıyayız. Toplumsal muhalefetin olmadığı, mitingsiz, grevsiz, yürüyüşsüz, protestosuz ve sandığa sıkışmış bir siyaset anlayışı, toplumsallığı adım adım yok ediyor. 

“Tasada ve kıvançta ortaklaşmak” diye özetleyebileceğimiz bir kolektif ruh halinden, yani “ulus bilinci”nden söz etmenin de giderek imkânsızlaştığı zamanlardan geçiyoruz. Voleybol milli takımının başarıları karşısında gericiliğin estirmeye çalıştığı hava, Karadeniz’deki sel felaketinde onlarca insanı yitirmiş olmamıza rağmen iktidarın ulusal yas ilan etmemesine mukabil muhalefetin konuyu gündemde dahi tutamayışı, Dersim’deki ya da genel olarak Güneydoğu’daki yangınlara dair sessizlik, bu durumun güncel örnekleri olarak karşımızda duruyor.

Halk düşmanlığının her gün farklı pratiklerle kendini ortaya koyduğu bir süreçte tüm bu düşmanlıkların karşısında durabilecek bir siyasi özne olarak halk da ortaklıkta görünmüyor. Halk, ancak kendisini siyasal bir düzlemde inşa edebilen, ancak siyasal bir oluş süreciyle kendini var edebilen bir siyasi özne olduğu için, bugün “halk-oluş” diyebileceğimiz bir siyasallaşma ve özneleşme sürecinin çok uzağındayız. Kolektif talepleri, istekleri, arzuları olan ve bunları hayata geçirmek için farklı düzlemlerde mücadele eden bir toplam olarak Türkiye’de halk yok bugün. 

“Çözülüş”le somutlaşan çoklu bir kriz hali bu karşımızdaki ve elbette ki her kriz hali düzenin hegemonyasını zayıflatırken, düzen karşıtı güçlere de yeni potansiyeller sunar, bu nedenle de büyük bir politik önem taşır. Ancak içinden geçtiğimiz bu süreçte, devletin ve toplumun çözülüşüne bir halk ya da sınıf hareketinin yükselişi, sol siyasetin güçlenmesi ve toplumsallaşması gibi olgular eşlik etmiyor. Bu ise sözünü ettiğimiz çözülüşün yarattığı siyasi iklimin, düzen karşıtı güçlerin önünü açmak yerine, kitleleri bambaşka yerlere sürüklemesi ihtimalini güçlendiriyor.

Toplum, ulus ya da halk olmaktan giderek uzaklaşan Türkiye insanının, siyasi görüş, etnisite, din ya da mezhep fark etmeksizin, neredeyse tamamına yakınının bugün ortaklaştığı tek hissiyatın göçmen/sığınmacı düşmanlığı olması ve yaşanan bütün sorunların faturasının göçmenlere kesilmesi, bize çözülüş ve çöküş sürecinin bir “günah keçisi”nin bulunduğunu ve yeni bir kolektif kimliğin bunun üzerinden kurulmak istendiğini gösteriyor. 

Türkiye’nin içinden geçtiği ekonomik kriz ve bunun yarattığı işsizlik, yoksulluk ve hayat pahalılığı, kolektif ama şekilsiz bir öfkeyi giderek büyütürken, bu öfke kendisine somut bir de hedef bulmuş durumda. Dolayısıyla bir yandan çözülüş devam ederken, öte yandan yeni bir “biz”i kuracak olan “kurucu öteki”nin, yani “onlar”ın, göçmenler/sığınmacılar olacağı anlaşılıyor. 

İşte tam da bu nedenle, bir yandan iktidar, öte yandan muhalefet, göçmen/sığınmacı sorununu bir yanından tutmuş çekiştiriyorlar. Düzenin bütün unsurları, ülkede final hesaplaşmasına doğru gidilirken, göçmenleri/sığınmacıları esas koz olarak görüyor, oyunu ona göre kuruyor.    

Dikkat edilsin, neredeyse iki aydır Türkiye’de, göçmenlerden/sığınmacılardan başka hiçbir konu konuşulmuyor ve bu konuşma da bir beka, yani varlık yokluk meselesi üzerinden gerçekleşiyor, göçmen/sığınmacı sorunu beka sorununa eşitleniyor. Bunun böyle olması bir yanıyla iktidarın da işine geliyor; çünkü diğer meselelerin neredeyse unutulduğu ve hiç konuşulmadığı bu siyasi konjonktür iktidara yeni hamleler yapma fırsatı veriyor. Muhalefet ise bu tartışmanın iktidarın altını oyduğunu düşünse ve buraya yüklense de, Altındağ’da yaşananlar örneğinde olduğu üzere, “günah keçisi” olarak seçilenlere yönelik öfke patlamalarında ne yapacağını, ne söyleyeceğini şimdilik bilemiyor. 

Türkiye artık iyiden iyiye bir seçim sathı mailine girmişken, bir tarafta milliyetçiliği yedeğine almış bir dincilik, öte yanda dinciliğin “muhalif ve ılımlı” unsurlarını yedeğine almış bir milliyetçilik, siyasi kutuplaşmanın iki tarafını oluşturuyor ve her iki taraf da şimdilik tam olarak ne yapacağına dair kesin bir karar vermese de ülkenin en kırılgan meselesine oynamaya devam ediyor. 

Solun ve emek hareketinin yokluğunda, devletin ve toplumun çözülüşüne dair Türkiye insanına sunulan reçete, iktidar açısından iktidarda kalabilmek adına ülkede ne var ne yoksa yakıp yıkabilme potansiyeli, muhalefet açısından ise ırkçılığın kıyılarında dolaşan ve sekülerliği milliyetçiliğinden beslenen yeni model bir Türkçülüğün/Türk milliyetçiliğinin yükseltilmesi olarak karşımıza çıkıyor.  

Peki bunun dışında başka bir seçenek yok mu? Milliyetçiliği yedeğine alan İslamcılıktan kurtulmak için İslamcılığı yedeğine almış milliyetçiliğin peşine takılmaktan başka bir alternatifimiz yok mu? 

Bu soruların yanıtı elbette neleri göze alabileceğimizle ve elimizi taşın altına koymayı isteyip istemediğimizle doğrudan alakalı. Kolay kurtuluş formüllerine itibar ettiğimiz ve bunların gerçekleşeceğine dair hayaller görmeye devam ettiğimiz sürece başka bir alternatifimiz yok ama emekçi halkın örgütlenmesi, işçi sınıfının siyasi bir aktör haline gelmesi, gidişata müdahale edecek bir güce dönüşmesi için mücadele ettiğimiz sürece var. 

Türkiye kapitalizmi yaşadığı krizin yükünü çalışan kesimlerin omuzlarına bindirirken, ortalama ücretler asgari ücret seviyesine sabitlenmişken, işsizlik alıp başını gitmişken, her şeye her gün zam gelirken, faturalar daha da kabarırken, yani ekmeğimiz giderek küçülürken, mutlaka ama mutlaka “ekmeği nasıl bölüşüyoruz, aslında nasıl bölüşmeliyiz” sorusunun siyasetin merkezine yerleştirilmesi gerekiyor.

Bunu ise ancak emekçilerden yana, emekçilerin merkezinde olduğu, emeğin iktidarını hedefleyen bir siyaset yapabilir, ancak böyle bir siyaset, yapay/sahte ikiliklerin karşısına hakiki bir “biz” ve “onlar” ikiliğini koyabilir ve siyasal kutuplaşmayı sahicileştirebilir. 

Eğer çözülüşün karşısına yeni bir birlikle çıkacaksak, yeni bir kolektif kimlik kuracaksak, yeni bir “biz” olacaksak, bizim “kurucu öteki”miz, siyaseten hasmımız, karşı kutbumuz, doğrudan bu düzen ve onun sahipleri olmalıdır. Ancak böyle olduğu takdirde etnik kökeni, dini, mezhebi fark etmeksizin en geniş ve en gerçek birliği, halkın birliğini, emekçilerin birliğini kurabiliriz ve ancak o birlik memleketi uçurumun eşiğinden alarak düze çıkarabilir.