Örgütçü ise sevilmek, sarılmak, gözünün içine bakmak, kol kola girmek ister. Türkiye bu açıdan, yalnızca baskı ve zulümle açıklanamayacak tarihsel kısırlıklar barındırıyor.

Bizi gerçekten örgütlenmek kurtaracak

Daha Haziran ayında bir köşe yazısını bu başlığa benzer biçimde bitirmişim. O sıra solda örgütlenme çağrıları ve egzersizleri dikkat çekiyordu… Sol her zaman örgütlenmeyi kutsal bir yere koyar elbette; yani bu işin “uygun mevsimi” olmaması gerektiği düşünülebilir. Bir yere kadar doğrudur, çünkü solcular olarak dünyaya bakışımız ve onu ne yönde değiştirmeyi amaçladığımız, düzen siyasetçilerinin dilindeki gibi bir “siyaset yapma” konusu değil, yaşam biçimidir. Biz değerlendirme ve hedeflerimize o denli bağlanırız ki, onları paylaşmadan, büyütmeden yaşamaya hayat bile demeyiz.

Öte yandan paylaştıklarınızı kabul etmeye görece daha hazır bir toplumun var olup olmadığı bizim tutkularımızdan bağımsızdır. Dolayısıyla bize uygun mevsim yoktur, ama harcadığımız emek, bulacağımız toplumsal karşılığın boyutlarını etkileyecek faktörlerden yalnızca bir tanesidir.

Yıllardır örgütlenme uğraşının verimini pembe gözlüklerle tartmayı ilke edinmiş bir örgüt emekçileri topluluğunun mücadelesi hafife alınamaz. Bu açıdan TKP örgütlenme konusunu her şeyden önce komünistin yaşam biçimi olarak ele almak ve ilkeleştirmekle son derece iyi etmiştir. Uzun sözün kısası, örgütlenme uğraşının verimini yükseltmek için örgütçüler ellerinden geleni yapmış bulunuyorlar. Bunun solun genelinde giderek daha fazla paylaşılması Haziran’daki o köşe yazısı için beni cesaretlendirmişti. 

Peki ya diğer etkenler, bizim ısrarımızdan özerk görünen nesnel koşullar ne durumda?

Türkiye toplumunun bir geleneği var. Halkımız örgüt unsuruna saygı duyar, ama sevgi ilişkisinden de uzak durur! Halkımız okuyana, öne çıkana, cesaret gösterene, yaptığı işe inanana, mücadele edene kesinlikle saygı duyar. Nâzım’ın ödediği bedellere kimse aptallık diye bakmaz; dağ köylerinde bile Deniz’in adı “Dev gibi Genç” diye anılır. Saygımız sonsuz! Örgütçü ise sevilmek, sarılmak, gözünün içine bakmak, kol kola girmek ister. Türkiye bu açıdan, yalnızca baskı ve zulümle açıklanamayacak tarihsel kısırlıklar barındırıyor. Ancak bu durumda örgütlü hareket etmenin toplumsal değeri de çok yüksek oluyor... Neyse, genel konuşmaya dalmayayım; bu ilişkinin değiştiği kanısında değilim, diye burayı kapatayım.

Öte yandan, bir süredir hafta sonları düzenlediği etkinliklerin listelenmesi giderek zorlaşan TKP’nin 7 Kasım Pazar günü ülke sathında yüz yirmi beş toplantı düzenlemesi, örgütsel düzlemin ötesinde toplumsal bir olgudur. Ben saymadım, ama sosyal medyada gördüm ki, bu adreste altı sayfaya yayılan duyuruları sayanlar var. 125 eşzamanlı etkinlik de örgüt emeğinin karşılık bulduğunu kanıtlamaz mı! 

Örgütlenmek gerçekten bizi kurtarmakta mıdır? Türkiye örgütlenmekte midir? Bu sorulara olumlu yanıt vermek için aceleciliğe kapılmayalım; memlekette 32 bin küsur mahalle ve 18 bin küsur köy var! Madem böyle, Türkiye’nin “örgütsüz kalabalık” niteliğine “örgütlü toplum” iddiasıyla meydan okumaya devam edeceğiz. 

Toplum örgüt faktörünü sevmeye karar vermiş olmayabilir, ama toprak bu meydan okuma için son derece elverişli hale gelmiştir. 

Kapitalizmin insanı çaresizleştirdiği, yalnızlaştırdığı, örgütsüzleştirmenin mantıksal sonuçlarına taşındığı bir yerdeyiz. Kâbus gibi: İşsiz yalnız olduğu gibi, çalışan da işyerinde yalnız! Hastane randevusu beklerken veya evini ısıtamazken, insanlar yalnız! Çocuğunu okuldan almaya koşarken, televizyonu açıp çaresizlik haberleri ve çaresizlik dizileri izlerken yalnız! Depremde ve depremi beklerken, yangın çıkar, sel taşarken, özetle yok sayılır ve aşağılanırken, geleceğinizi hiç bilemezken yaşanan derin bir yalnızlık…

Bugün yalnızlıktan acısını ve sevincini paylaşmayı unutan devasa bir kalabalık ayağını dibe vuruyor ve yukarıya başını çevirdiğinde belli belirsiz bir aydınlık seçiliyor. Durum aşağı yukarı budur ve ülkenin yarı boğulma hali öfke dolu büyük bir enerji biriktirmiştir. Bu enerji şu veya bu sahte umuda değil, örgütlenmeye kanalize edilebilirse Türkiye’nin zorunlu olarak yaklaştığı kırılma noktası bir hesaplaşmaya sahne olacaktır.

7 Kasım Büyük Ekim Devrimi’nin yıldönümüdür ve bütün bunları düşünmek, konuşmak için olabilecek en uygun zamandır.