'Deneyimli gazeteci Patrick Cockburn’un kehaneti tuttu. Artık İngiltere’de bu kararla birlikte, bir daha basın özgürlüğünden söz edilemezdi.'

Assange ve demokrasi

18 Ocak 1919 Paris Barış Konferansı, insanlığın geleceği ve savaşsız bir dünyanın inşası için toplandı. Konferansın bir görünür yıldızı bir de görünmeyen yıldızı vardı. Konferansın büyük bir sinema ödül törenine dönüştürülmesindeki başarı bu görünmeyen yıldıza aitti. ‘Demokrasi’ denen din, tüm dünyaya bir Amerikan mucizesi olarak pazarlanmalıydı. Paris Barış Konferansı, bu iş için biçilmiş kaftandı. Başkanın perde arkasındaki danışmanı, halkla ilişkilerin mucize çocuğu Edward Bernays, her şeyi ayarlamıştı. Demokrasi, tıpkı bir sigara paketi gibi dünyaya pazarlanacaktı. Fransızlar ve diğer uluslar ‘yeni dünyadan’ gelen bu mucizevi rüzgâra çabucak kapılmış ve başkan Woodrow Wilson, ‘özgürlük düşkünü Amerikalı’ tavrıyla ulusları büyülemişti.

Demokrasi dininin yükselişi anlatılırken özellikle Türkiye’de yukarıda işaret ettiğim gerçeklikler göz ardı edilir. Sonuçta kitlelerin bu dine iman edebilmeleri için bazı şeyleri görmezden gelmek gerekebilir. Batı demokrasisi meselesini sadece sevimsiz Winston Churchill ile ilişkilendirmek insanlara yeterli düzeyde açıklama sunmamaktadır. Churchill, bir demokrasi yıldızı olarak pazarlanamayacak kadar emperyalizm namına cinayet işlemiştir. O, II. Dünya Savaşı’nın sonunda ancak bu imajı biraz olsun düzeltebilecektir. Rusya’daki Bolşevik devrimi, demokrasi dininin yükselmesini zorunlu kılmıştır. Bernays’ın zekâ dolu çalışmaları, 1929 buhranında kesintiye uğrayacak, patronlar demokrasi pazarlamaktan vazgeçecek, Avrupa’da faşizm ABD sermayesinin de desteğiyle iktidara gelecekti. Kısa süreli propaganda ve demokrasi vaazlarıyla SSCB’yi devirmenin mümkün olamayacağını anlayan emperyalizm, I. Dünya Savaşı’ndan beri gömmediği silahları geliştirerek yeniden ortaya çıkardı. Rivayete göre Bernays, bu yöntemin başarılı olacağına asla inanmamıştır. Yeğeni tüm bu cinliklerle uğraşırken Sigmund Freud canını yükselen faşizmin etkisinden kurtarmaya çalışmıştır. Tarihin içerisinde bu derece zıtlıklar barındırması insanı bazen gerçekten hayrete düşürüyor. II. Dünya Savaşı’nın sonu herkesin malumu. Sovyet halkı, büyük bir fedakârlıkla insanlığı sürüklendiği karanlıktan çekip çıkarmıştır. ABD dahil olmak üzere tüm uluslar SSCB’nin faşizmin yenilgisindeki fedakarlığının ve kilit rolünün farkındadır. Bu durum emperyalizm için oldukça tehlikelidir. 

Demir Perde konuşmasıyla birlikte açılan yeni perde de emperyalizm tekrar küresel bir terör çetesiyle Sosyalizmin üzerine gidemeyeceğinin farkındadır. Bernays, yeniden ve aceleyle göreve getirilir, pandoranın kutusu açılır ve demokrasi dev bir fuarda bir kez daha halklara tanıtılır. Sigara içen kadınlar, uçak gibi arabalara binen Amerikalı işçiler, savaştan çıkan halkların başını döndürür. Bugün de propaganda aynı yöntemle ilerlemiyor mu? Pardon, Bernays’ın uyarısıyla bu kavramı ‘Halkla İlişkiler’ olarak değiştirelim. Savaşlarla, yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla yağmalanan ülkelerin insanları, elinde KFC kovasıyla büyük bir iştahla kızarmış tavukları midesine indiren sağlıklı batılı imgesine meftun olmamış mıdır? O, yoksullukla terbiye edilmiş Avrupalı olmayan insan, işte ‘Demokrasi’ dediğiniz şeyi böyle algılamaktadır. Afrika, Asya, Latin Amerika ve Orta Doğu kısacası hayali batı coğrafyasından uzakta olan herkes sonsuz tüketim nimetinden faydalanamamaktadır. İnsanlar, göç yoluna Avrupa’da siyasete atılmak ya da dibine kadar yurttaşlık haklarını kullanmak için düzülmemektedir. 

Tam da Edward Bernays’ın hayal ettiği bir dünya yaratılmıştır. Aktif yurttaş olmanın yolu sınırsız bir tüketimden geçmektedir. Bernays’ın yarattığı bu yeni dinde, yoksulların yönetimde söz hakkı olamaz. Tüm dünyanın başı, film görünümlü reklamlarla döndürülürken, kitleler işte böyle bir dine inandırıldı. Demokrasi’yi dinle ilişkilendirmemin temel nedeni Bernays’la paraleldir. Aklın son ana dek devreye sokulmadığı bir ideolojiden bahsediyoruz. Kitleler bu yüzden daha fazla manipüle edilebilmek için ‘hayvanlaştırılmıştır’. Sovyetler Birliği yıkılana kadar milyarlarca insan kendisinden daha iyi şartlarda yaşayan, daha iyi yemekler yiyen ve özgürce içki içebilen semiz batılı adama hayranlık duymaya devam etti. Yanlış anlaşılmasın bu hayranlık hâlâ devam ediyor. Bunu test etmek çok kolay, sosyal medyaya bakmanız ya da başınızı insanlardan yana çevirmeniz yeterli. 

Şimdi, SSCB’nin olmadığı bir dünyada kapitalistler daha özgür ve kendilerini ‘demokrasi tramvayından’ inmeye hazır hissediyorlar. Zaten bu tramvay dünyanın diğer yarısında uzun süredir yürümüyor. Şili’de devrimciler Augusto Pinochet tarafından demokrasiyi korumak adına helikopterlerden denize atılarak öldürülmüştür. Zaten yıllardır insanlar göçebe olmaya ve burjuva hukukunun dahi hiçe sayıldığı diktatörlüklerde yaşanmaya zorlandı. Artık sıra bu işin merkezine geldi. Bernays, yaşasa belki de patronlarına ‘durun yapmayın’ diyebilirdi. Birileri bu uyarıları yapıyor olabilir ama sermaye sınıfının gözü işçi sınıfının kanını sonuna dek içme şevkiyle dönmüş durumda. Julian Assange, ABD’nin işlediği savaş suçlarını açığa çıkardığı için demokrasinin kalesi olan bu ülkenin hışmına uğradı. Amerika’yı yönetenlerin gözü öylesine dönmüştü ki İngiltere’deki Ekvador büyükelçiliğine operasyon düzenlemeyi bile düşünmüşlerdi. Halkla ilişkiler madrabazlığından beyni pelteye dönmüş olanlar ‘yok ya o kadar da değil’ diyeceklerdir. Uyduruk nedenlerle Irak’ta milyonlarca insan öldürenlerin İngiltere’de böyle bir operasyona girmeleri şaşırtıcı olmazdı. Esas şaşırtıcı olan ABD’nin tüm bunları yapıyor olmasına rağmen kendisini dünyanın bir bölümüne hâlâ demokrasinin tek temsilcisi olarak pazarlayabilmesidir. Ekvador, baskılara daha fazla direnemedi, Assange tutuklandı ve bağımsız İngiliz mahkemelerinde yargılandı. Tüm bunlar yaşanırken demokrasinin kalbi Londra’da Julian Assange için eylem yapan 95 yaşında bir adam tutuklandı. Londra’da yaşıyorsanız eğer şöyle derin bir nefes alın. Demokrasiyi iliklerinize kadar hissedebilmeniz için bu şart. Sonunda mahkeme Assange’ın ABD’ye iade edilmesine karar verdi. Deneyimli gazeteci Patrick Cockburn’un kehaneti tuttu. Artık İngiltere’de bu kararla birlikte, bir daha basın özgürlüğünden söz edilemezdi.

“Demokrasi’nin kendisi konuşmuş; vahyini dinleyin. Bu başka bir şey, Demokrasi konuştu! Kuşkusuz bu büyük bir söz. Peki kiminle konuştu? İnsanlarla konuştu. Peki ben niye hiçbir şey işitmedim? Size sözlerini iletmesi için başka insanları görevlendirdi. Anlıyorum: Demokrasi’nin söylediklerini bana insanlar söyleyecekler. Demokrasi’nin kendisini işitmiş olmayı yeğlerdim. Bu ona daha çok zahmete mal olmazdı, hem ben de kandırılmaktan uzak kalmış olurdum. Demokrasi, elçilerine verdiği görevi açıkça belirterek sizi buna karşı koruyor. Bu nasıl oluyor? Mucizelerle. Peki bu mucizeler nerede? Kitaplarda. Peki bu kitapları kim yazdı? İnsanlar. Peki bu mucizeleri kim gördü? Bunlara tanıklık eden insanlar. Nasıl olur! Hep insanların tanıklıkları mı söz konusu? Başka insanların anlattıklarını hep bana insanlar anlatıyor ha! Demokrasi ile aramda ne çok insan var! Ama yine de bir bakalım; inceleyelim, kıyaslayalım, doğrulayalım. Ah, demokrasi beni tüm bu işten bağışık tutsaydı, ona daha az içtenlikle mi ibadet etmiş olacaktım?”1

Yukarıdaki uzun alıntıda ‘Tanrı’ yerine ‘Demokrasi’ kavramı kullanılmıştır. Herkes görmediği, duymadığı ve tanımadığı bir şeye iman etmeye zorlandı. Assange’ın yaşadıkları bu dinin yalancı halesinin kırılmasına yardımcı olacak mı? Bunu gelecekte yaşayarak göreceğiz. Yazıyı doğulu bir göçmenin çok da nüktedan olmayan hikayesiyle bitirelim. 

Özgürlüğe susamış, öyle çok susamıştı ki artık ülkesini gözünü kırpmadan bırakmak için hazırdı. İnsanların arabalarına özgürce bindiği, kafası estiğinde tıka basa fast food yiyebildiği özgür topraklara yelken açmıştı. Daha özgür haber yapabilmek, doğulu sandığı emperyalist yağmadan kurtulabilmek için büyük bir tutkuyla attı kendini doğulu adam demokrasinin bağrına. Tüketim çılgınlığına öylesine aç, öylesine açtı ki gözü, sokaklardaki evsizleri, mültecileri, uyuşturucu ve fuhuştan yitip giden hayatları göremedi ama o artık özgür bir doğuluydu. Köle gibi çalışıyor ve yaşamında hiç görmediği kadar takdir ediliyordu. Elinde KFC kovası neon ışıklı tabelalara gülümseyerek baktı. Hiç tanımadığı yurttaşlık haklarını asla kullanmayacak bu doğulu adam, sokaktaki çaresizleri ‘ben mülteci değilim’ diye aşağılayarak adımını attı sonsuz tüketim çılgınlığının demokratik ortamına…

  • 1. Jean-Jacques Rousseau/Émile