“The Partisan”

Leonard Cohen'i getirteceklermiş. Gelir. Zaten ahı gitmiş vahı kalmış bir adamdır. Fakat, muhterem 75 yaşında ve sağlığı herhalde eskisi gibi değil. Belki de bunun içindir bütün telaş. Olabilir. Yoksa, dişleri sökülmüş, siniri ve tehlikesi tamamen alınmış, bir zamanlar kartal gözüyle bakılan bu tür "afyonlu arslanlardan" o kadar çok var ki çevremizde...

Ancak bu depresif ihtiyar, ne olursa olsun hâlâ ilginç, hatta sevimli bu Kanadalı Yahudi, özellikle 60'larda Batı gençliğinin aklına yapışmış şarkıların da karizmatik taşıyıcısıydı.

"The Partisan" işte bunlardan biridir.

Bugün internet ortamında ulaşmak da kolaydır ve gerçekten çok güzeldir. Cohen iki dilde, İngilizce versiyonunu Fransızcasıyla iç içe söyler. Londra'ya kaçan Anna Marly ve Emmanuel d'Astier de la Vigeria'nın 1943'te yazdığı ve nazilerle savaşan Fransız direnişçilerine ("resistance") adanmış bir şarkıdır: Gıkı çıkmadan ölümün üzerine yürüyebilenlerin, savaşmak için "gölgeye çekilenlerin", mezarların arasından esen rüzgarlarla birlikte o gölgelerden bir gün çıkıp gelecek olanların şarkısı.

Ülkelerine sahip çıkan yurtsever devrimcilerin şarkısı.

En karanlık ve umutsuz bir dönemde, hayata müdahale eden devrimcilerin şarkısı.

İçinde geçmez gerçi, ama biz iyi biliyoruz: Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu sayesinde zaferi tadabilenlerin şarkısıdır "The Partisan" sonuçta. Direnişçileri saklayan ve nazilerin elinde bir fısıltı gibi ölümü seçebilen "an old woman"ı da anlatır: "She died without a whisper."

Oradayız.

Direnişin bedeli bazen görünür ve her zaman acımasızdır. Ama nedense bu yüksek bedelin her zaman da bir ödeyeni bulunur. Çünkü öldürülebilirse de, insan, bir yanıyla, hiç teslim olmayan bir tuhaf yaratıktır. İnsanın bütün büyüklüklerini bugün, dünyanın her yerinde, büyük kıyımın içinde, artık sadece devrimciler, sosyalistler temsil ediyor.

Oldu.

İşte Leonard Cohen, burjuvazinin bu yaşlı maymunu, aramızdan çoktan çekilip gitmesine rağmen, gerçek anlamını sadece sosyalistlerin kavrayabileceği, yani kendisinin resmen bile isteye kustuğu bir haklılığı artık sadece onların taşıyabileceği sevimli bir kaçak, daha doğrusu bir kaçıktır. Belki de, kocayan kurtların köpekler karşısındaki nihai kaderini görünür kılan bir fısıltıdır sadece.

Burjuvazi, böylelerini hizmetine almayacak da ne yapacak?

Hiç bunları teşhir etmeden iktidarını sağlamlaştırabilir mi?

İyi.

İyi ve eğer böyleyse, yani eğer burjuvazi, kocayan kurtları köpeklerin maskarası yapmakta kararlıysa ve bunu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak, bir silah olarak bize karşı sürekli kullanıyorsa, yapmamız gereken nedir?

Direnişçilerin geçmişini, yenilgi sonrasında köpeklerin maskarası olarak burjuvazinin sofrasında teşhir edilen yaşlı kurtların tarihini, yeniden hatırlamak ve hatırlatmak acaba aşırı bir "değerbilirlik" midir?

Bir dönem aramızda yer almış ve ömür defterini mostralık maymunlar olarak kapatmayı seçmiş bazı insanları, geçmişteki yerleri ve o dönemlerinde ürettikleri değerler nedeniyle kolayca affetmeli miyiz?

Özgürlük ve eşitlik için büyük tarihimizde bizimle omuz omuza savaşanların, en azından benzer acılara ortak olduğumuz insanları, bugünkü durumlarına rağmen, geçmişin yüzü suyu hürmetine kolayca affetmeli miyiz?

Yoksa nefret mi etmeli ve gözümüzü onlara kapatmalı mıyız?

Olmuyor.

Affetmiyoruz.

Affedemiyoruz.

Ama bir şeyi biliyoruz: Gericilikle ilericilik arasında böyle bir bağ var.

Aramızdan çıkarak bize karşı savaşanları affetmekte fazla alicenap davranmayalım. Ama Türkiye mücadele tarihinden çok iyi tanıdığımız bu tür insanların, geçmişte taşıdıkları misyonu da bugüne olduğu gibi yansıtmayalım. Bırakın Cohen'i, bu ülkede, bir dönem ilericiliğe sızmış ve demokrasi ya da özgürlük gerekçesiyle ilericiliğimizi kusan o kadar çok "yaşlı uşak" var ki...

Bunları affetmemek, bunları, geçmiş savaşımızdaki değerli yanları nedeniyle hatırlatmaktan geçiyor. Geçmişteki güzelliklerini bugünkü bayağılıklarıyla karşılaştırıp yüzlerine vurmak, bizim önümüzü açar.

Yaratılmış bütün değerleri, o değerlerin geçmişteki taşıyıcıları bugün bizim başdüşmanlarımız halini almış bile olsalar, bunu bilerek, hiç üzülmeyerek, bir "realite" sayarak, fakat mutlaka çözümleyerek, neden bir güzellik içerdiklerini irdeleyerek, burjuvaziyi yerden yere vurabiliriz.

Böylece mücadelemizin geçmişinden kurtarıcı ve yaratıcı, yeniden kurucu bir "entelektüel şiddet" çıkarabiliriz. Kimseye hak ettiğinden fazla kızmaz, tarihi, dönekler ile dönmeyenlerin tarihi diye açıklama tuzağına da düşmemiş oluruz. Geleneği, yaratıcı bir analiz imbiğinden geçirerek çağdaş bir kurtuluş anahtarı haline böyle getirebiliriz.

The Partisan'da bir zamanlar "The frontiers are my prison" diyordu Cohen, direnişçinin ağzından.

Direnişçiler bir yanlarıyla sınırlara mahkumdur, evet.

Devrimciler ise bütün sınırları havaya uçurabilen bir şiddetin temsilcisidir. Entelektüel bir kurucu ve kurtarıcı şiddetten söz ediyoruz. Bütün hapishaneleri, prisons, bir tek biz aşabiliriz.

Sınırları aşmak için o sınırlara mahkumuz.

Onun için kaybımız çok oluyor. Ama sınırlarımız birer uçurumdur ve o uçurumlar bizim yurdumuzdur.

Uçuruma, Cemal Süreya'nın unutulmaz dizeleriyle, "yurdumsun ey uçurum" diye bağıran çiçeklerin şarkısıdır şu yaşadığımız.

Düşenimiz çok oluyor doğru.

Ama mücadelemizin kendisi, ihanet edeni çok olduğu için belki, bu kadar güzeldir. Çünkü, hadi yine Süreya'nın sözleriyle anlatalım: "Biz kırıldık daha da kırılırız / Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza"...

O zaman, direnenleri dinlememiz gerekiyor. Onları konuşturmak gerekiyor. Fırsat olursa, gelecek hafta veya daha sonra, böyle bir insandan ve kitabından söz edeceğiz: Arslan Gümüş ve Fatsa'sından...

Teslim olmayanları anmak ve anlamak, egemen sınıflara vurulan en büyük darbedir.

Teslim olmayanlara selam olsun.

1 Mayıs hepimize kutlu olsun.