Günebakan

“Âb-ı hayat-ı sohbet-i ah babdan cüdâ

Mahileriz ki lücce-i deryaya hasretiz”

diye başlayalım söze.

“Ömrümün yarısı gitti talana” diye de devam edelim mesela… Karacoğlan demiş.  Biraz böyle yaşıyoruz bir süredir günleri. Bir gelip bir gidiyorlar. Yarım akıllı dolanır oluyoruz kimi kez. Derdest olmuş, öfke ve üzüntüden ne diyeceğini, ne yapacağını, elini kolunu, alnını nereye koyacağını bilemez. Ateşler içinde yana yana.  Biraz böyle yaşıyoruz, talan; yalan dolan…

Nurullah Ataç’ın 1958 Varlık’tan çıkan Okuruma Mektupları’ndan notlarıma göz atıyorum. Alıntı şiirler kitaptan. Kiminin şairini yazmamışım kiminin ozanı belli.

Ama bir aydınlık geliyor içime. Ataç okurken, müstehzi bir gülümsemeyle okuduğumu, pek keyiflendiğimi anımsıyorum. Onun sohbet havasında, okuruyla tatlı tatlı sohbet edişi, keskin zekâsı, kıvrak dili ne hoş imiş, dedirtiyor. Bir kez daha okuduklarıma göz atmalı. Okumadıklarımı da sıraya koymalı demek.

Notlarımdan gidiyorum. Bugünleri görse ne dermiş bilmiyorum ama, mahallenin delisi olmaya pek müsait diye düşünüyorum. Zaman… Mekân… Koşullar…  Evire çevire pataklıyor bizleri. Hal kalmıyor, hallerimizi kirvelerimiz bilmiyor.  Ne demiş Ataç yani?

“ Bilseniz ne kadar çok seviyorum yaşamayı. Biricik doğrunun yaşamak olduğunu bilmiyor muyuz? Yaşıyoruz, yaşadığımızı da duyuyor, biliyoruz. Öldüğümüzü bilmeyeceğiz ki! Demek bizim için yalan o.”

Pek mantıklı, pek münasip. (Gülümseme emojileri desem pek mi “şımarık yapmış” olurum? “Şımarık yapmak” bizim ufaklığın deyişi.) 

“Sabahleyin bir rahat uyandım, bugünden bir şey bekliyormuşum, bugün benim için önemli bir günmüş gibi uyandım.”

Bazen içimizi kıpırdatan, bizi heyecanla titreten, yeni doğan güne selam çakmak isteğimizi kamçılayan, ya da kulağımızın kenarına bir karanfil tutturma hissi veren, ayaklarımızı yerden kesen, bilinmez, ansızın, apansızın gelen bir yaşamak sevinci gelip oturmaz mı hani.  Ataç’ınki de o hesap. Fena mı? Değil, zemheri boran günleri, bahar sevincini yaşatacak titreşimlerini, ışık çakımlarını, altın tozlarını bulmak, derin kuyulardan çekip çıkarmak gerekir. Bazen zordur, bazen sol memenin altındaki cevahir, o kadar derine kaçar ki, bulup çıkarmak için alabildiğine emek sarf etmek gerekir.

“Aradılar bir tenhada buldular

Yaslandılar şıvgalarım kırdılar

Yaz bahar ayında bir od verdiler

Yandım gitti ala karlı dağ iken”

demiş yine bizim Karacoğlan. Aman ne acı demiş, aman ne keskin demiş, şu aşk dolu ozana yaptıklarına, söylettiklerine bakın hele. Yıllar önce, bu dizeleri okuduğumda, “şıvga”dan ne güzel kız bebek adı olur diye düşünmüştüm. Hatırladım şimdi. Duyurulur yavrularına isim arayanlara…

Karacaoğlan’ın dizeleri dökülünce, mizacım da benzedi zâr. Daldan dala…

İşin aslı, “Taht Oyunları”nın yeni sezonu başladı haberiniz ola.  Arya’nın bin bir suratlı halleri kötü Freyleri derdest etti, oh, diyeceğim ama. Aman canım, izleyiciyle  bu kadar oynamak caiz midir yani? Kızıyorum. Hoş polisiye edebiyata göre, zehir kadınlara ait bir silah. Bu diziler furyası, bu korkunç beklenti, yılları dizilerin yeni sezonlarını bekleyerek devirmek bir sosyolojik araştırma konusu bir yanıyla. Bizim yumuşuk yumuşak söyleşmemizi fersah fersah aşar. Başka yazının konusu deyip bırakalım.

Şimdi burada yazar ne demek istemiş, diye soranlar için toparlıyorum yazıyı. Gorgoların isli yüzleri, kara kalpleri yüz yıllardır tükenmedi, tükenmez.  Yaşayan ölüler ordusu gibi.  Ama insan da tükenmez.

İyilik, güzellik, bilgelik, sevgi gönendirir.

Sanat, bilim, insanlık tarihinin ışıltılı miras önümüzde.

“Ad astra per aspera!”

“Yıldızlara çetin yollardan ulaşılır.”

 

Neredeysen uzat ellerini

Başım dönüyor.