13. Yahuda -Son Teşebbüs-

Belki de Tolga Binbay'ın dünkü “Bizimkisi Kaçını Reich?” adlı yazısını okumasam bu yazıyı  yazmayı bir süre daha erteleyecektim. Öyle ya, ortalık toz dumanken oturup edebiyat eleştirisi yapmanın sırası mı diye insan kendini engelliyor.

Herkesin konuştuğunu konuşmaya, herkesin eğlediğini eylemeye dair bir zorunluluk hissediyor.  Karakoyun olmayalım, genel belirlenimin dışına çıkmayalım, çemberin dışına taşmayalım, aman kendimizi doğru anlatalım derdine düşüyor.. Tıpkı, en son sözü ben söyleyeyim kibiri, hadi biraz daha yumuşatalım,  telaşı içinde nefessiz kalıyor.

Tam da burada, yine yazı içinde, pek yerinde geçen Roland Barthes'ın bir sözünü anımsatıyor Binbay, “faşizm, konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir.” diye. Hal böyle olunca rehabilite ettim kendimi. Tatlı tatlı yazayım işte. Gündemi ben belirleyeyim bakalım bu sefer, dedim.

O zaman, gelsin Aziz Hatman'ın bir süre önce yayımlanan ilk romanı Son Teşebbüs.

Elimi ovuştura ovuştura, ağzıma layık bir roman buldum, ben bunu çıtır çıtır yerim diyorum. Öyle ya, “siyasi cinai gastro” diyor yazar nasıl olsa... Yemek yapmak, yemek yemek ve dahi gurmelik serbest.

Dedim ya, çok önceden yazabilirdim bu yazıyı. Bekledim. İlk kitaplar önemlidir çünkü. Yazarlarının ilk gözağrılarıdır. Beğenilmek, sevilmek, şımartılmak isterler. Kendi yollarını bulmalılar, kem gözlerden sakınılmalılar. Üzerlerine titrenmeli bir süreliğine de olsa. Sonra, sonra pabuçları dama atılır nasılsa...

O halde gelsin ziyafet...

Roman zamanı 2500'lü yıllar... 200 yıl önce komünizme geçilmiş.  “Çıkar dünyasının defteri dürülmüş.” Ve yeryüzünde bir cinayet işlenmesinin üzerinden  yüz yıl geçmiş.

Bu bilginin yarattığı gerilimle başlıyor roman. Öyle ya, fantastik siyasi polisiye diye bir tür var mı bilmiyorum ama, dersek olur. Üstelik buna gastroyu da kendi ekliyor yazar.  Çünkü diğer türlü siyasi roman, fantastik roman, polisiye roman gibi  adlandırmalar yapacağız ve her biri tek başına eksik kalacak.

Bir diğer nokta,  Aziz Hatman'ın romanı için dedikleri.  Bir söyleşisinde “son yirmi yılım var içinde, öncesi de vardır muhakkak ama son yirmi yıl başka türlü yaşansaydı bu kitap böyle olmazdı.” diyor. Dolayısıyla her ilk kitapta gölgesi olan ama Hatman'ın altını çizmesinden dolayı “daha fazlaca” diyebileceğimiz otobiyografik ögeler taşıyan bir romanla karşı karşıyayız demek...

Bir mektup gelir, komünist bir toplumda, üstelik üzerinden yüz yıl geçmişken bir cinayet işleneceği yazılıdır “ İnsanı insan yapan iki yüz yıl! İnsanın kendini keşfettiği asırlar var arkamızda bıraktığımız ama binlerce yıllık bir tarihin de birikimi, izi tozu, tortusu, damarlarımızda hala, nasıl inkar edebilirim!”

Bu komünist toplumda gazete çıkaran gerçek adını bilemediğimiz “kahraman bakış açılı anlatıcı” nın ağzından anlatılır roman. Mektup gazetesinde basılmak üzere ona gönderilmiştir. Mektup bir kehanet gibi algılanır. Komünist sistemi yıkacak bir cinayet planlanı gibi görünmektedir. Katil kendini ihbar ederek, düzenin kendini koruma reflekslerini test etmek ister sanki.

Dingin,  huzur dolu olduğu söylenen sistem kendi olağan akışında iken bu beklenmedik cinayet olasılığı yeni düzenin insanlarında  bir cinnet durumuna sebep olacak, düzenin tek bir cinayetle yıkılacağı varsayımı, roman kişilerinin katili bulma çabasına dönüşecektir. Katili bulma süreci aynı zamanda eski sistemin “kalıntıları” ile de hesaplaşmayı getirecektir.

Bu haliyle alegorik tınılar taşıyan roman, sembollerin gölgesinde yoluna devam ederken, bu gölgeli yolda zaman zaman gerçekliğini  yitirir, zaman zaman yolunu kaybeder, zaman zaman da kurgunun dışına taşarak yazarın kendi gerçekliğiyle hesaplaştığı bir zemine dönüşür.

Burada Ernest Hemingway'in sesine kulak vermekte yarar var. Şöyle der:

“Kişisel trajedini unut. Hepimiz zaten baştan hapı yutmuş olsak da adamakıllı yazabilmen için ciddi ciddi incinmen gerekir. Fakat incindiğin zaman da acınla sahtekarlık yapma, kullan onu. Bir biliminsanı tarafsızlığında yaklaş, ancak sırf senin veya tanıdığın birinin başına geliyor diye lüzumsuz önem atfetme!”

Hatman'ın roman gerçekliği ve kendi gerçekliği karmaşasına  uzun boylu değineceğiz, şimdilik burada bırakalım.

Romanın ilk bölümlerinde üç arkadaştan söz ediliyor gibidir. Anlatıcı, Can ve polisiye roman konusunda doktoralı Andrea. İlerleyen süreçte yemekyerinde tanışılan Yakup (sürekli farklı isimlere bürünür) ve Anrea'nın sevgilisi olacak Pantea...

Cinayet üzerine, romanın başında yapılan söyleşiler, romanın en çarpıcı bölümleridir diyebilirim. Özellikle polisiye edebiyatın anlatıldığı bölümler ve aristokrasiden burjuvaziye cinayet biçimleri, erdemli bir intihar biçimi olarak düelloya karşılık kapitalist fırsatçılığın “yakalanmamak” kaydıyla sırtından vurmaya meşruluk kazandırması, şiddet ve zor kullanma hakkının bir sınıfın tahakkümünde ve devletin elinde tekelleşmesi, aristokrat sınıf içinde görece eşitlerin mücadelesinden, sultanın kardeşlerini katletmesinin sınıfiçi hiyerarşide yukarıdakilerin alttakileri öldürmesinin cinayet değil ferman olmasına, cinayetin kapitalizme içkinliğine çünkü son kertede rekabetin mutlak çözümünü içermesine değin bir dizi başlıkta yapılan uzun uzun sohbetler ilgi çekici olmakla birlikte romanın genel kapsamı içinde gereğinden fazla uzatılmış gibidir.

Buna ek olarak, erkekler ve kadınlarla ilgili saptamalar geleceğin toplumu düşünüldüğünde oldukça arkaik. Tıpkı kapitalizm içinde toplumsal cinsiyet rollerinin dayattığı gibi kadın duyguyla, erkek akılla özdeşleştiriliyor. Oysa roman zamanını yukarıda belirtmiştik. Öyle bir zaman ki bu, devlet lağvedilmiş, kurucu parti kendini fesetmiş ve komünizm gelmiş... Oysa roman kişileri toplumsal cinsiyet rollerinde bir arpa boyu yol gidememişler. En geri tezleri geveleyip durmaktalar...

Tüm bu sohbetler boyunca Can'ın saldırgan tutumları, kabalığı, çok bilmişliği, cüreti anlatıcı ve Andrea tarafından şaşkınlıkla karşılanır. Bu davranış kalıbı değişikliği metamorfozlu bir ruh haline, karakterlerden birinin şizofrence tutumuna işarettir.

Bir yanda masa başında uzun ve bir noktadan sonra sarkan sohbetleri öte yanda roman kişilerinin niye olduğu pek anlaşılmayan öfke patlamaları ve davranış biçimleri nedensellik bağını oldukça zayıflatır.

“Suçun kalmadığı bir toplumda, ceza yok, polis yok, devlet de yok” tur. Oysa Can, “suç varsa devlet de olmalı” der. Bu iki karşıt denklemin üzerinden yükselen çekişme romanın ana izleğini oluşturur.

Devlete, dolayısıyla partiye, dolayısıyla siyasete yeniden dönülmeli  mi? Bu yanıtlanması gereken birincil sorudur.

Öte yandan bu genel geçer komünizm tanımlaması dışında, roman mekanı İstanbul'un komünizmi nasıl yaşadığına dair neredeyse hiçbir veri sunmaz yazar.

Mekanın ve teknolojinin dönüşümü, üretici güçlerin evrimi, en fazla da insanın dönüşümü bir boş kümeyi işaret eder.

Öfkelenmeyi, şaşırmayı, heyecanlanmayı, acele etmeyi bile unutmuş insanlardır tanıştıklarımız... Dolayısıyla yazarın komünizm tasavvuru şaşkınlık vericidir.

Sanki bir distopik dünyadır karşımızdaki...

Ancak romanı iki temel bölüme ayırma eğilimdeyim. Buraya kadarı ilk bölümü oluşturmakta... Yerimiz dar olduğundan, haftaya ikinci bölümden ve birinci bölüme eklerden devam edelim...