Umuttan umudu kesmenin piyasası

“Paha biçilmez yaslarınızı ağlayarak heba etmeyin”  diye başlar Ehmed Huseyni’nin Dar Mezarlar şiiri. Alıntıladığı bu cümleyi ise bir Kürt çiftçisinden aktarır şair.

Dar mezarlar Halepçe’dir. Ve çiftçi mağrur bir ifade ile acısını heybesine katmış, yoluna devam eder haldedir. Her şeye rağmen demektedir. Her şeye rağmen “umudu dürter umutsuzluğu yatıştırır”.

Peki, öykülerden ve yaşanmışlıklardan geriye umut ve direnç kalırken neden bunu aktaranlar acıyı parlatır? Neden “ağlayacağımız” kadar değersiz olmayan dertlere dermanı, ağlak dizelerde ve diz çökmüş ezgilerde arar bir insan? Tersinden soralım soruyu; bir insan neden vitrine umudu değil de acıyı koyar?

Söz konusu Ortadoğu, Kürdistan ya da burayı işaretleyen herhangi bir imge olduğunda, eksik olmasın, pek çok “şairin” ya da “sanatçının” bir bahaneyle acıyı bulup çıkarmakta üstlerine yok. Evet, bu topraklar acının, kederin ve ölümlerin coğrafyası aynı zamanda. Evet, bu topraklarda ölüm hayata içkin… Cenaze törenlerinde ağıtlar yükselirken kimse paralamaz kendini. Batıda gördüğünüz feryat ve figana kıyasla, bir çaresizlik görüntüsü vardır Kürdistan’daki cenaze törenlerinde. Zira bu topraklarda insanlar toprağa umuttan çok çaresizliklerini gömüyor aynı zamanda. Batıdaki cenazelerde tabutlara sarılan insanlar ve bayraklara sarılı tabutlar varken, Doğuda ellerini çaresizce ovuşturan insanlara rastlarız. Batıda törensel Doğuda trajiktir cenazeler. Acı kıyası falan yapmıyorum elbette. Sadece bir “fotoğrafın” farklılığından söz ediyorum. Görme Kılavuzu kitabında Hasip Akgül’ün görmeyen gözler ve fark etmeyen akıllar için verdiği örnekler daha iyi anlatıyor bu ayrımı.  

İyi ama bu haliyle bile, bir umudu toprağa gömen insanlardan geriye yine de umut kalıyorken neden bunu aktaranlar sadece çaresizliği ve umutsuzluğu resmediyor?

Örnek olsun “şairseniz” ve dizeleriniz Kürdistan’a değiyorsa, mutlaka içinde çaresizlik olmalıdır şiirlerinizde. Piyasanın tanrıları bunu istemektedir çünkü. Matbaanın patronları mürekkebin kana bulanmasından yanadır. Asla ve asla karşısındaki kolluk kuvvetine işaret parmağını kaldırarak “yeter artık” diyen bir cüreti aktarmamalısınız. Maazallah, insanın yüreğine istemeden umut falan serpersiniz ki bu piyasanın ihtiyaçlarıyla hiç uyumlu değildir.

Eğer bir “yönetmen” ya da “sinemacı” iseniz hesap soran bir iradeyi değil de acının karşısında boyun eğişleri yerleştirmelisiniz sekanslarınıza. Kameranız derde ve öfkeye değil acıya ve kedere odaklanmalı ki buna uygun aksesuarlar da tozlanmasın mağazalarda. IŞİD’in vahşetinden kurtulan, hesap soran ya da özgürlüğüne kavuşan bir kadının kara çarşafını yırtıp atmasını kayda geçerseniz eğer çaresizlik dininin günahını işlersiniz. Bu günaha girmemeli ve kötünün peygamberine biat etmelisiniz. İnsanlığın bombalardan güçlü olması fıkraların konusu olmalı ve sinema sadece “çok çektik” demeli bu zihniyete göre.

Kısa bir zaman sonra öldürüleceğini bilen Suriyeli bir yurtsever askerin, IŞİD’li teröriste, “vallahi sizi sileceğiz” diyen iradesi mi? Hayır, bu da piyasanın ihtiyaçlarını karşılamıyor. Eğer bir yazarsanız ve yeni bir roman üzerine “çalışıyorsanız” anlatınızda dertli bir bağlama sesi ve IŞİD’in zulmü aktarılmalı ki romanlarınız deterjan reyonunun hemen yanında satılabilsin. Zaten böyle romanlar okunması için değil bozuk parayı tamamlamak adına satılması için yazılıyor daha çok.

Bundan mı ibarettir koca bir dünya. Yani umut hiç mi yoktur? Piyasanın heybesine kattıkları dışında ne kalıyor geriye?

SSCB’deki Kürt tiyatro grupları, ikinci dünya savaşında sahneledikleri oyunlarla Kızıl Ordu’ya gönüllü askerler topluyorlardı.

90’lı yıllarda, küçük çocukları, pencereden gelecek kurşunlardan korumak için önüne tek sıra halinde arka arkaya kuğu yavruları gibi dizerek, sırtını pencereye dönüp kendini siper eden, masallar anlatan yaşlının hikâyeleriyle büyümek yetmez mi umudu beslemeye. Kürdistan’ın bir Kuğu Gölü Balesi yok belki ama bir bale sahnelemek isterseniz kuğulara dair bir anlatı için iyi bir çıkış noktası olabilir bu imge.  

Liberal bir yazarın hazırladığı yemek tarifi kitabında, “Kürdün mutfağında da acı var yaşamında olduğu gibi” pespayeliğini mi tercih edeceğiz yoksa en kötü anda dahi umudu ve mücadeleyi büyütecek örnekleri mi öne çıkaracağız?

Acının tezgâhta tartıldığı bir dünyada bugün ne yazık ki umudu da sadece eleştirerek yetinmek besliyor. Buradan da ortalamacılıktan ve bayağılıktan başka bir şey çıkmıyor

İkinci savaş sırasında kolhoz kolhoz gezip Kızıl Ordu’ya Kürtleri katmak için SSCB’deki Kürtlerin sahnelediği oyunun adı Partizan Jeleznyak’tı. Pencereye sırtını dönerek kendini siper eden masalcımız da bir masal kahramanı falan değil, Mardin Dargeçit’te, masal anlattığı çocukların bugün insanlığın kavgasını büyüttüğü bir hikâyenin parçası?

Yahya Adnan Eş-Şeğri. Düştüğü bir çukurda aman dilemeyip “vallahi sizi sileceğiz” diyen Suriyeli askerin ismi.

Bu isimleri yaşatmak, bu örnekleri aktarmak, bunları konuşmak… Kıymetli, manalı ve gerekli…

Ancak yeterli değil. Bugün bize düşen bu örnekleri çoğaltmanın ve büyütmenin yollarını bulmak, zorlamak ve gerçekleştirmek…