Anlatılan kimin hikâyesi?

“Ne gülüyorsun?” diye sormuştu Horatius seyircisine; “değiştir isimleri, anlatılan senin hikâyendir!”

Bugün seyirciye böyle cesaretle meydan okuyabilecek kaç yazar, şair, yönetmen var dünyada? Ya bunun karşısında öfkeyle çekip gitmeyecek, yani arkasını dönüp kaçmayacak ve meydan okumayı kabul edip dikkat kesilecek kaç seyirci?

Sanat eseri alelade bir “nesne” değil, sanatçıyla seyirci arasında, içinde gerilim ihtimali de barındıran bir ilişkidir. Onu bu şekilde kavramadan, sanattaki bugün yaşanan kalitesizleşmeyi anlayamayız; zira kalitesizleşme, sanat eserini kalıba döküp, ambalajlanmış ve tüketime hazır halde piyasaya sürülmüş bir mal haline getirme çabasından kaynaklanıyor.

Tüketim, ihtiyaç giderme veya haz alma amacıyla yapılır ve karşılığında yapılan ödeme bunların garantisini de içerir. Sanat eseri bir mal, seyirci tüketici olarak tanımlandığı anda tüketici hakları yürürlükte demektir ve tüketimin rahatsızlık vermesi şöyle dursun, beklenmedik sonuçlar yaratmasına dahi yer kalmaz. Oysa bunlar olmadan sanat, izleyicisinin duygu ve düşüncelerinde gerçek bir etki yaratamaz. İlişki bu şekilde kurulduğunda seyirci için eser, hangi duyguları gıdıklayacağı peşinen bilinen ve bunun için satın alınan bir eğlencelik haline gelir. Janrlara ayrıştırılmış sanatın mantığı budur: Fuayede bir afiş “korkudan küçük dilinizi yutacaksınız,” bir diğeri “gülmekten altınıza kaçıracaksınız” diye bağırır, biz de hangisini istiyorsak ona göre bilet alırız.

Bu haliyle sanatın narkotikten farkı pek azdır. Ve bu haliyle sanat “olmayanı” anlatmak zorunda olduğu için, anlatılan da bizim hikâyemiz olamaz.

Yalnız, çuvaldızı özel mülkiyet düzenine olsa da, bu konuda lütfen iğneyi kendimize batıralım ve sorumluluktan azade olduğumuzu zannetmeyelim. İdeoloji söz konusu olduğunda aslolan baskı değil rızadır ve kültür-sanat meselelerinde her zaman ideoloji söz konusudur. Kalitesizleşmiş ve bizim hikâyemizi anlatmayan sanata mahkûm olmamızın başlıca sebebi açık ya da gizli sansür mekanizmaları değil; sinsice manipüle ediliyor olsa da, kitlesel tercihlerimiz.

Mesele şu: Hem kendimizi, hayatımızı çok önemsiyoruz, hem de halimizden memnun değiliz ve işlerin iyiye gideceğinden umudu kesmiş durumdayız. Bu mutsuz-umutsuzluk hali o denli paralize edici ki, sürekli bizi sakinleştirecek masallarla sığınıyor ve birisi bize kendi hikâyemizi anlatacak olduğunda panikle kulaklarımızı tıkıyoruz.

Bu yüzden ayakları gerçeğe basmak zorunda olan karakterlerin değil, serbestçe uçabilecek kahramanların hikâyelerini izliyoruz. Üstelik mesele Hollywood filmlerindeki süper kahramanlar ya da sapık katillerden ibaret değil. Gerçek insanların hikâyelerini anlatır gibi görünen eserlerde de ezilenlerin sefaleti öyle çaresiz, bireyin bunalımları öyle çıkışsız ve hayat o denli karanlık resmediliyor ki; eser bittiğinde izleyicinin üzerine ana unsurları hiçbir şeyin daha iyi olmayacağına dair bir umutsuzluk ve haline şükretmenin utancı olan ağdalı bir atalet çöküyor.

Bu eleştiriye “gerçekler böyle, sanatçı ne yapsın” itirazı gelecektir, ama bu itiraz yanlış ve geçersizdir. Bugün hayat kötü olabilir ancak gerçekçilik bunun fotoğrafını çekip sunmaktan ibaret olamaz. Olamaz, çünkü gerçek hareket halindedir ve ona dair üretilen her sanat eseri nereye doğru hareket ediyor ya da edecek olduğuna dair bir öngörü de sunmak zorundadır. Yukarıda bahsettiğimiz karanlık eserleri yaratan sanatçılar, ideolojik tercihlerini kurtuluştan değil çöküşten, umuttan değil umutsuzluktan yana kullanıyor. Bir bakıma kıyametin kaçınılmaz olduğunu, sonunda insanlığın helak olacağını vazeden dinciler gibiler.

Ama bunun tersi de mümkün ve bugün tam olarak buna ihtiyacımız var. Gorki 1906’da her satırından umut fışkıran Ana’yı yazdığında Rus Çarı 1905 devrimini bastırıp iktidarını koruyabilmek için sinek gibi insan öldürüyordu. O günden öteye bakamayan göz Gorki’ye hayalperest derdi, ne denli gerçekçi olduğu 11 yıl sonra görkemli biçimde anlaşıldı. 1976’da Münir Özkul Bizim Aile’nin babası Yaşar Usta olarak “bak beyim sana iki çift lafım var” diye konuştuğunda Türkiye’de durum farklı değildi. Ama büyük senarist Sadık Şendil de, bu ülkenin emekçileri de “güzel günler göreceklerine” inanıyordu. 1917’de Rusya’da başarılan kurtuluş, 1980’de Türkiye’de başarılamadı, ama bu, Yaşar Usta’nın değerini düşürmedi. Bugün dahi, kendi bunalımlarından başka derdi olmayan binlerce “karakter”den daha fazla sevilir ve kıymetlidir, çünkü izleyicide insana dair umudu yeşertir.

Çölde vaha arar gibi aramamız ve bulduğumuzda dört elle sarılıp sahip çıkmamız gereken sanat bu, mutlu sonla bitecek olan kendi hikâyemiz.

Not: Önümüzdeki hafta için izninizi istiyorum, 23 Ağustos’ta görüşmek üzere.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal