Kurban

Geride kaldığına göre, tartışabiliriz: Kurban Bayramı’nda, uygarlıktan biraz nasibini almış herkesin (kavurmayı çok sevenlerimizin bile) tüylerini diken diken eden bir uğursuzluk var. Nedir?

Mesele hayvanların öldürülmesi ya da onlara acı çektirilmesi olamaz. Hayvanlar Kurban Bayramı dışında da her gün öldürülüyor ve bu yapılırken kurban olarak öldürüldüklerinde çektiklerinden daha az acı çekmiyorlar. Mesele, Kurban Bayramı’nın kentli insanlar olarak genelde görmezden geldiğimiz bu gerçeği gözümüze sokuyor olması da olamaz. Çünkü hayvanların salt insana hizmet etsin diye yaratıldığına inanan islamcı vahşilerin sandığı ve iddia ettiğinin aksine uygarlık, çirkinliklerin gizlenmesinden, ikiyüzlülükten ibaret değil.

Tüylerimizi diken diken eden şey Kurban Bayramı’nın ideolojik içeriği: İnanç, itaat ve teslimiyeti gösteren bir ibadet biçimi olarak kan dökerek öldürme eylemi. İslamiyet’in Yahudilikten iktisap ettiği (“kurban” kelimesi dahi İbranicedir), ancak İbrahim’in öyküsüyle anlamlandırarak yeni bir bağlamda içselleştirdiği bu ritüel insan öldürmenin bir provası; kanı akıtılarak öldürülen hayvan da insan dublörüdür. Öykü malum: İbrahim’e oğlunu kurban etmesi emredilir, baba oğul bu emre boyun eğerler, biri bıçağı kapar, öteki bıçağın altına yatar; böylelikle tanrıya olan imanlarının tam olduğunu bu sorgulamayan itaatle ispat ederler.

Modern (ya da tarihsel) insanı, ilkel (ya da tarihsiz) insandan ayıran en temel özellik ölüm ve kader kavramları ve buradan yola çıkarak otoriteyle kurulan ilişkidir. İnsanı modernleştiren eylem, ona “kader” olarak, “göklerden gelen bir karar” diye dayatılan ve varoluşunu cendereye alan toplumsal düzene başkaldırmasıdır. Bu başkaldırı, tarih yapma yetkisini zorba egemenlerin, kralların, sultanların, peygamberlerin ayrıcalığı olmaktan çıkartır ve büyük çoğunluğun, ezilen emekçi kitlelerin gücü ve hakkı haline getirir.

İnsan, devrimle insan olur; nesneden özneye dönüşür.

Bu, aynı zamanda ölüme isyandır, çünkü insanlığı sınıflara ayıran toplumsal düzenin her zaman ve yerde en büyük dayanağı “nasılsa sonunda hepimiz öleceğiz” hissiyatıyla üretilen kayıtsızlık ve kabulleniştir. İnsan buna başkaldırdığı, kaderini kendi eline almak için eyleme geçtiği anda tarihsel bir varlığa dönüşür ve bu tarihselliğin bilincine vardığı anda ölümü de, ölüm korkusunu da aşar. Aşar, çünkü eyleminin sonuçlarının, doğanın ona “ömür” olarak dayattığı biyolojik sınırların çok ötesine uzanacağını ve ölümü gerçekten yenmenin tek yolunun da bu olduğunu anlar. Pazar günü Tarık Akan’ın son yolculuğunda iliklerimize kadar hissettiğimiz budur. “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ama…” diye başlayan cümlede bu bilincin verdiği özgüven vardır.

Kurban ideolojisi, bu bilincin tam tersidir. Bir yanda bıçağın altına yatanın ölmeye kayıtsızlığı, diğer yanda bıçağı ele alanın öldürme eylemine, bu eylemle gelen ağır sorumluluğa kayıtsızlığı ve hepsinden beteri, her ikisinin birden hayata, varoluşa, tarihe kayıtsızlığı. Ölüme böylesine yabancılaşan, hayata da yabancılaşır. Ölüme kayıtsızlık ölmek kadar öldürmeyi de kolaylaştırır. Gözünü kırpmadan öz oğlunu kesmeye kalkan İbrahim’i örnek alan, tohumuna para saymadığı kâfirin tekini çok daha kolay keser. Akan, akıtılmaması durumunda ibadet yerine getirilmemiş sayılan, avuçlanıp alna sürülen kan, bu nedenle kasaplıktan fazlasıdır, cinayet provasıdır. İlla insan katili olmayı gerektirmez, ama ideolojik açıdan o yönde atılmış bir adımdır, hazırlıktır.

Bu bağlamda, geçtiğimiz aylarda gösterime giren Yolculuk filmindeki en vurucu unsurun kurbanlık ile canlı bomba arasında kurulan benzeşim olduğunu, bu benzeşimin yüzde yüz doğru olduğunu düşünüyorum.

Bu yüzden, insan eyleminin (yani hayatın) içerdiği tarihsellik potansiyelinin biraz olsun farkındaki herkes, ailevi ya da geleneksel nedenlerle parçası olsa dahi, kurban ritüelinde dibi görünmeyen bir karanlık kuyuya bakarmışçasına bulantı hisseder. Bu insanın hiçleşmesinin, nihil’in, ölümseverliğin yarattığı bulantıdır.

Ne mutlu ki, insanın tarihsel eylemi bu karanlığı aşalı çok oluyor. Ve şeriatçılar ölümü, bizim hayatı sevdiğimiz kadar sevse da; insanlık bu uygarlık çıtasının gerisine asla düşmeyecek. Ölüm hayata, ölümseverlik yaşam sevgisine galip gelmeyecek.

“Gelemeyeceği” için değil… İzin vermeyeceğiz.

İtirazlara peşinen yanıt: Kurbanın yoksullara et dağıtılması üzerinden savunulması işin özünü kamufle etme çabasından başka bir şey değil. İslamcıların yoksullukla ilgili gerçek bir derdi olsaydı, Kurban değil Zekât bayramı kutlar, ne kadar para babası, tüccar Müslüman varsa servetlerinin kırkta birini yoksullara dağıtmaya zorlarlardı. Kuşkusuz izlemesi eğlenceli olurdu.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal