Yeni yıl mesajı

Hayır, benim mesajım değil. Büyük bir nezaket göstererek beni arayanlar olursa, onların kutlamalarını, iyi dileklerini şükranlarımla kabul ediyorum kuşkusuz. Ama kendim arayıp kimsenin yeni yılını kutlamıyorum. Nedenini burada anlatmaya kalkmam bu yazının konusu değil. On yıl kadar önce yazmışım burada, hem de uzun uzun. Hatırlayan çıkar elbet.

Bu yılın ilk yazısı olduğu için böyle bir mesaj vereceğim sanılmasın diye birkaç satırlık bir açıklama yapmak istedim.

Sözünü edeceğim “yeni yıl mesajı”, büyük reisin imzasını taşıyor. Ben yazılı metni görebildim; herhalde televizyonlarda sesli ve görüntülü olarak da verilmiştir. Yazı konusu yapmamın nedeni ise, kendi meşhur ettikleri sözcüğü kullanalım haydi, geldikleri “noktada” nasıl çaresizlik içinde bulunduklarının bir göstergesi oluşudur bu mesajın.

Çaresizlik deyişim şundan: Siyasetçiler, hele iktidardaki düzen siyasetçileri halka mesaj vermeye niyetlendiklerinde, aşağı yukarı bir kural olarak iyi şeylerden söz ederler, genellikle o iyilikler pek var olmadığı için de uydururlar ve onları öne çıkarırlar, daha doğrusu, gelmekte olan günlerin ne kadar güzel, parlak, yaşanası günler olacağını ileri sürerler. Pembe renkle betimlenmesine alışılmış tablolar çizerler. Churchill’in ikinci büyük savaşın ortalarında bir zamanda yaptığı, halka sadece “kan ve gözyaşı” vaat eden konuşması, hemen hatırlanabilen, aykırı bir örnektir. Belki de bu yüzden akıllarda kalmış, adı geçen azılı anti-komünist politikacının kimselere benzemezliğinin kanıtları arasında gösterilmiştir.

Şu anda konu edindiğimiz mesaj ise öyle değil. Tam tersine, ülkemizin ne eşsiz günlerin eşiğinde bulunduğunu, eşik ne söz, çoktan eşiği atlamış ve herkesi kıskandıran güzelliklere doğru yol almakta olduğunu anlatmak için dile getirilmiş.

İyi güzel de, bu pembe, artık bu sözcük yetmez, pespembe tablonun bizzat kendisi tarafından vurgulanan öğeleri, ressamımızın renk körlüğü çektiği kuşkusunu uyandırıyor. Kuşku diyerek ihtiyatlı davranıyorum; çünkü, bu rahatsızlıktan dertli olanların pembe ile karayı birbirine karıştırdıklarına ilişkin bir bilgiye rastlamadım tıp dünyasında. Bildiğim kadarıyla, birbirine karıştırılan renkler bunlar değildir.

Neyse, bu da böyle bir renk körlüğü işte, deyip geçelim.

Tabloyu düşlere özgü bir pembeye boyayan başlıca üç fırça darbesi var. İlki, olmuş bitmiş, kararı alınmış; sadece kaç kahramanın, ne zaman cenge gidecekleri daha belli değil. Öbür ikisininse yapılabilirliği kuşkulu olduğu kadar, yapılırsa yol açabilecekleri zararların boyutları her türlü spekülasyona açık görünüyor. Birincisi, tarih ve ad verilerek belirtilen, son üç yılda Suriye’de gerçekleştirilmiş 3 askeri operasyondan övgüler ve dualarla söz edilerek, o şanlı sayfalara eklenmek üzere hazırlıkları yapılan Libya askeri operasyonu. İkincisi, sadece İstanbul ve Trakya’yı değil bütün ülkeyi şu ya da bu biçimde, ama ağırlığı ve çeşitliliği şimdiden tam olarak kestirilemeyen felaketlere sürüklemeye aday, bozukluğu adından başlayan kanal projesi. Üçüncüsü, aynen mesajdaki anlatımıyla, “milletimizin 60 yıllık hayalini gerçeğe dönüştüren Türkiye'nin Otomobili Projesinin ilk araçlarının ön gösterimi.” Zenginleştirici bir varsayım da eklenmiş, atlamayalım: “Her ne kadar, her şey gibi otomobilin de yerli ve millisine tahammül gösteremeyenler çeşitli kulplar takmaya çalışsa da, bu projenin milletimiz tarafından benimsenmiş olması, başarısının ispatıdır.”

Şimdi şu geliyor aklıma: Az önce Churchill’in ünlü konuşmasından söz ettim ya, bu da aslında o tür bir konuşma sayılabilir. Halktan karşılaşabilecekleri olası güçlüklere karşı sabır, dayanma ve iman gücü isteyen bir mesaj denemez mi bunun için? Şu farkla: Burada, kan, gözyaşı, yoksunluk türü “kötü şeyler”den söz edilmiyor. Böyle hoş olmayan durumlar olacaksa olacak, öyle gerekiyorsa yüce Allah bizi sınayacaktır, şimdiden bunların vıdı vıdısını yapıp “aziz milletimiz”in canını sıkmanın, moralini bozmanın ne alemi var! Onu “her şey gibi otomobilin yerli ve millisine”, kanalların en haşmetlisine, savaşların en kahramanca olanına tahammül edemeyenler eksik etmiyorlar zaten.

Bu arada, yapılanların ne yorgunluklara, ne özverilere katlanarak yapıldığını anlatan bir bölüm de var mesajın başlarında. Onu atlarsak büyük haksızlık olur.

Şöyle anlatılmış: “Her yıl olduğu gibi, 2019 yılını da yurt içinde ve yurt dışında oldukça yoğun, önemli, verimli programlarla, çalışmalarla, hizmetlerle değerlendirdik. Yurt içinde 58 ilimize, bazılarına tekrar tekrar gittiğimiz için toplamda 88 ziyaret gerçekleştirdik. Yurt dışında ise, ülkemizi temsilen 14 ülkeye 19 ziyaret yaptık. Bunların yanında, Ankara ve İstanbul’da pek çok programa katıldık, pek çok toplantı yaptık, pek çok görüşme gerçekleştirdik.”

Ankara ve İstanbul’daki programları, toplantıları, görüşmeleri saymayalım. Yurt içi ve dışındaki gezilere bakalım sadece. Bu durumda, 58 ilimize toplam 88 ziyaret gerçekleştirilmiş. Birer günden hesaplasak 88 gün eder; bazıları daha kısa sürmüş ya da bir günde iki il ziyareti yapılmış olabilir. Dolayısıyla, yuvarlak hesap, 70 gün diyelim. Yurt dışı gezilerinin her birine, gittiydi geldiydi, hazırlığıydı şuydu buydu derken, 3 gün koymak doğru olabilir. Bu durumda, yurt dışında geçirilmiş yaklaşık 60 güne ulaşırız. Toplam olarak 130 gün eder.

Eh, demek bu insan geçen yılın üçte birinden fazlasını evinden barkından uzakta geçirmiş. Gerçi, memleketin her yeri onun evi barkı sayılır; ayrıca, dost ve kardeş, bazen de dost ve müttefik ülkelerde de kendisine hiç yabancılık çektirilmemiştir; ama olsun, insanın evi gibi var mı?

Ne der halkımız ya da, kendi deyişleriyle, “aziz milletimiz” bir sonuca ulaşmışken? “Demek ki neymiş,” diye soru olmayan bir soruyla başlar ve devam eder: “Geziyorlar, ama yapıyorlar.”