Savunmanın böylesi

Herhangi bir “şey”i, diyelim bir düşünceyi, bir eylemi, bir örgütü, bir kişiyi, öyle savunursunuz ki, sadece savunduklarınız değil, dışarıdan bakanlar da “hay savunmaz olaydı” diyebilirler. Savunulan “şey”in özü savunanın tutumu, yaklaşımı, söylemi ile son derecede tanınmaz duruma gelebilir; savunma en şiddetli saldırının yapabileceği kadar ya da ona yakın bir tahribata yol açabilir.

Benzer bir saptamayı saldırı için de yapabiliriz. Saldırı da yanlış bir açıdan, saldırıya konu edilenin asıl tehlikeli, yıkıcı, düşmanca yanları dikkate alınmadan, hatta onların fark edilmesini güçleştirecek biçimde yapılabilir ki, “keşke hiç saldırılmasaydı” yazıklanması haklı olarak ortaya çıkabilir. Ancak, bu yazı bunu bir yana bırakarak sadece savunma ile ilgilenecek; çünkü, iki gün önce bir günlük gazetede yer alan bizimkini tetikleyici yazı, bir savunma yaparken, böyle dedirtiyordu. Bir köşe yazısıydı. Ama yazarını belirtmeyeceğim; okumuş olanlar çıkaracaklardır.  Ağır bir hastalıkla uzun süre boğuştuktan sonra yeniden işine dönmesiyle birçok insan gibi beni de sevindiren bir yazarla polemiğe girmek istemem; üstelik de bir zamanlar kendisi için mizah yeteneğiyle yer yer Aziz Nesin düzeyine yaklaşıyor türü övgüler de dile getirmişken… 

Aslolan, bir tutumun, eğilimin, kimileyin bir söylemin yanlışlığını ortaya koymaktır. Hele ne kadar vahim olduğunun farkına varılmadan ve belli bir sıklıkla sergilenebiliyorsa…

Yazı, “Gezi” adı daha büyük yaygınlık kazanmış, aslında “Haziran Direnişi” birkaç bakımdan daha uygun olan beş yıl önceki büyük kitlesel kalkışmanın önemini vurguluyor; bunun siyasal iktidarın baskı ve korkutma uygulamalarının özünü açığa çıkaran ve kendi anlatımıyla onu “dize getiren tek şey”  olduğunu belirtiyordu. 

“Bir anda bir araya gelen, konuşmadan anlaşan, dokunmadan sarılan… Şarkıyla, şiirle, çiçekle, tiyatroyla, mizahla kaba kuvveti yenen o büyük hareket, (…) başarılı olmuş tek muhalif hareketti.”

Anılan hareketin hem şaşırtıcı hem ayırt edici özelliklerini, biraz romantikçe, ama gerçeklikten kopmadan anlatan bu satırlar o yazıdan alınma. 

Romantizm dozu biraz daha artmış olan şu satırlar da: 

“Ve ortalıkta gözükmese de, siz varlığının farkında olmasanız da, Gezi ruhu hâlâ orada durmaktadır…”

Güzel. Gerçeklikten uzaklaşma artmış olmakla birlikte, haklı övgüler olarak, güzel.

Güzel, ama nasıl oluyor da o ruh hâlâ, neresiyse orada, durmakta? Neden? Yanıt hemen ardından geliyor:

“Çünkü o parti-örgüt falan değil, bilinç, akıl, yürek, ahlaktır…”

Tanışıklığım olsa, “İşte şimdi olmadı dostum,” derdim; “güzel olan her zaman doğru olmuyor.” Yok, bir kez karşılaşmışlığım bile yok. Öyleyse, “Yapma, sayın yazar, keşke o hareketi böyle savunmasaydın!” diyerek sürdürebilirim. 

İlkin, o “bilinç, akıl, yürek, ahlak”  diye sıralanan nitelikler ile “örgüt-parti falan” arasında karşıtlık, bir arada bulunamazlık mı var, sorusu geliyor okurun aklına. Eğer soygun çetelerinden, katliamcı teşekküllerden, patron örgütleri ile partilerinden ve benzerlerinden söz edilmiyorsa, o sıralanan nitelikleri taşımayan örgüt ya da parti olmaz. Şöyle de anlatılabilir: “Bilinç, yürek, akıl, ahlak…” diye sıralanabilecek nitelikleri taşımayanlara bizim vermemiz gereken anlamda örgüt ya da parti denmez zaten. Biraz daha nesnel bir biçemde de yazabiliriz: Bizim kurduğumuz/kuracağımız, yaşattığımız/yaşatacağımız, kurtuluş için vazgeçilmez sayacağımız örgütlerle partiler, tanım gereği, o nitelikleri taşırlar.

İkincisi, yaygın ve yanlış olarak “Gezi” kodlaması ile anılan olağanüstü toplumsal hareketlenmenin en önemli özelliklerinden ve eksikliklerinden biri, onu kavrayabilecek ve yönlendirebilecek bir siyasal önderlikten yoksun oluşu idi. Dolayısıyla, bu özelliği, güzelliğinin kaynağı olarak anmak, tarihsel gerçekliğe aykırılığının yanı sıra, ölümcül bir eksikliği kutsamak anlamına gelir.   

Üçüncüsü, emekçi insanlığın yüzyıllardır sürüp gelen sınıf mücadeleleri sonunda öğrendiklerini unutmanın hiçbir bağışlayıcılığı olamaz. Onlardan biri, belki de birincisi, toplumsal insanın en önemli eylemleri arasındaki örgütlenmenin, onun ürünleri olan örgütlerin ve onların en gelişkini olan toplumu yönetme gücünü hedefleyen siyasal partinin yokluğunda, baskıdan, zorbalıktan, ezilip sömürülmekten kurtuluşun imkânsızlığıdır.

Bunların, bu bir, iki, üç diye sıraladıklarımızın herhangi bir yenilik taşımadığı besbelli. Belli olmasına belli de, bunların gölgelenmesine, unutulmasına, unutulur gibi olmasına hoşgörüyle yaklaşmamak, bilinenleri ilerletmeye yetmemekle birlikte, en küçüğünden en büyüğüne her ilerlemenin vazgeçilmez koşuludur. 

En sonunda, çok bilinen bir deyimi ansak, onunla anlatılan duruma düşmekten uzak durma gereğini belirtsek, hem o yazara hem bu satırları okuyanlara ayıp etmiş mi oluruz? Umarım olmayız. 

Deyimin kendisinden önce sözlüklerde açıklanan anlamını verelim. Bunun için de, örnek olsun, eski Türk Dil Kurumu’nda uzun yıllar çeşitli görevlerde bulunmuş Ömer Asım Aksoy’un  Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nü kullanalım. Orada, deyimin birbirinden biraz farklı iki anlamı verilmiş, bizim göndermede bulunduğumuz anlam ise şöyle: “İyi bir şey söyleyeyim derken kötü bir şey söylemek, tutarsız şeyler söylemek.”

Deyimin kendisi de zaten neredeyse olduğu gibi ortaya çıkmış durumda. Ayrıca, az önce ayıp eder miyiz kaygısını dillendirmiştik. Öyleyse, açık açık yazmayalım. Ayıp olmasın. Anlaşılmıştır. Anlayanlar anlamayanlara anlatsın.