Sağın hizmetinde bir sol

Geçen haftaki yazının sonunda ertelediğim konu solun sağcılaşması idi.

Bu konuyu bir köşe yazısının sınırlarını fazla zorlamadan ele almaya çalışacağım. Bunu kolaylaştıracağını sandığım, ayrıca devrimcilikte ısrar eden her solcunun okumasında yarar gördüğüm bir yazının, daha doğrusu iki bölüme ayrılarak sunulmuş bir yazının da yardımına başvuracağım.

Gündoğdu adını taşıyan aylık derginin ikinci ve üçüncü sayılarında yayımlanan bu yazılar, Deniz Hakyemez imzasını taşıyor. Yalçın Hoca’nın ikili sohbetlerimizdeki övgü sözlerinden ve yine onun birkaç kitabında yer almış dikkate değer incelemelerinden tanıdığım, bir kez de ayaküstü tanıştırıldığım bu genç yazarın, bir ara iki yayında sürekli olarak yazdığını duymuştum. Ama değişik nedenlerle bu süreli yayınları izlemediğim için oralarda yazdıklarından habersizdim. Çok şey kaçırmış olabileceğimi şimdi anlıyorum.

Neyse, olmuşla ölmüşün çaresi yok, derler…

Asıl konuya geçmeden, adını andığım dergiden iki satır söz etme gereğini duyuyorum. İlk sayısını bulamadığım için orada yer verilmiş olabileceğini sandığım  “başlarken” ya da “çıkarken” başlıklı bir yazıdan aktararak amaçlarını ve kendilerine çizdikleri yolu anlatma imkânına sahip değilim. Geçen yaz bazı konuşmalara kulak misafiri olduğum için edindiğim bilgi kırıntılarını ise yeterli bir kaynak olarak görmüyorum. Ama, hem iki sayıdaki imzalara hem yazılara bakarak, izlenmesi gereken bir dergi olduğunu söylemeliyim.

***

Bütün dünyanın CIA adıyla tanıdığı muazzam suç örgütü, bizim belleğimizde, yer yer gerçekçiliğin sınırlarını zorlayan abartılı bir konuma oturmuştur. Biraz da şaka yaparak söylenecek olursa, büyük doğal afetlerde bile bu örgütün parmağını arayıp bulduğumuz olmuştur. Herhalde 1967 ya da 1968 yılındaydı, bizim üniversitenin Ankara-Eskişehir yoluna açılan ana giriş kapısına kadar yürümüş, protesto gösterisi yapıyorduk. Amerika’nın şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadığım ünlü televizyonlarından birinin muhabiri oradaki öğrencilere rastgele mikrofon tutarak üçer beşer dakikalık mülakatlar yapıyordu. Bana da sorulmuştu. Soruyu hatırlamam mümkün değil de, o sırada olup bitene ilişkin pek dehşetengiz bir çözümleme yaparak sözü CIA ile tamamladığımda,  kadıncağızın, söylediklerimin kendisinden çok lafı bağladığım yer karşısında hayretle bakakaldığını hâlâ hatırlarım.

Öyleydik. Amerika’nın emperyalizmin lider devleti, CIA kısaltması ile tanınmış örgütün de onun çok güçlü ve her olayın içinde yer alabilen bir kolu olduğu teorik açıdan doğruydu. Bunun yanı sıra, pratikte de bunun göstergeleri ortaya çıkıyordu. O halde, üstün bir hukukun organı konumundaki bir mahkemede olmadığımıza göre, kılı kırk yaran kanıtlara da ihtiyaç yoktu. Suçlunun, emperyalizm ve onun türlü örgütleri olduğunu biliyor; parmağımızla işaret ediyorduk.

Bunları kendimizle dalga geçer bir üslupla yazışım aldatıcı olmasın. Kestirmeci eğilimlerimizden, indirgemeci demektense böyle bir uydurmayı tercih ediyorum, o eğilimlerimizin ürünü olarak fos çıkan öngörülerimizden sonradan hayıflandığımız da olmamış değildir. Ama, esas olarak, doğruların ardına düştüğümüzden, doğrularınsa bizim yanımızda olduğundan hiç kuşkuya kapılmadık.

Bu uzunca girişten az çok anlaşılmış olmalı, sözün getirileceği yer, bu sağcılaşma sürecinde aynı suç örgütünün önemli bir rol üstlendiğidir.Herhalde  başrol değil, ama sahnede olmasa, eksikliği kesinlikle fark edilecek, hatta hedeflenen başarıyı tehlikeye düşürecek bir rol. Üstelik de bu rolün bir bölümünün, az önce aktardığım anıyla aynı tarihlerde, daha 1967’de açığa çıktığı eklenmeli. Elbette, o sıralar, çoğumuz bundan habersizdik.

Soğuk Savaş’ın simgesel denebilecek başlangıcı, tarihin en azgın ve en ünlü anti-komünistlerinden Sir Winston Churcill’in, 1946’nın Mart ayı başlarında ABD’nin küçük bir kentinde yaptığı konuşmada ilk kez kullandığı “demir perde” deyimi ile gerçekleşmiştir. “Kültürel Soğuk Savaş”ın başlangıç tarihiniyse, kuşkusuz önceleyen hazırlıklar sayılmazsa, Kültürel Özgürlük Kongresi ile Komitelerinin oluşturulduğu 1950 yılı olarak kabul etmek mümkün. Bu oluşumların “perde arkasında”, hem tasarım ve örgütlendirme hem parasal destek açısından, CIA karşımıza çıkıyor.

Örnek olsun, 1948 yılının ilk günlerinde yazılan bir raporda, komünizmin karşısına demokrasinin ilkeleri ile Hristiyanlığın dinsel ilkelerinden yararlanan bir ideoloji ile çıkılması öneriliyor. Burada kitlelerin payına daha çok dinin, aydınların payına da demokrasiciliğin düştüğünü ise eklemeye gerek yok.

Ama o sıralarda dünyanın durumuna ilişkin birkaç notu eklemekte yarar var: Sosyalist Sovyet ülkesi, kapitalist dünyayı kasıp kavuran 1929 büyük bunalımından etkilenmeden gelişmesini sürdürmüşken kapitalistlerin kendi ürünleri olduğunu gayet iyi bildikleri faşizmin azgın saldırısını da savuşturmuş ve yaşlı kıtanın yarısını Nazi işgalinden kurtarmıştı. Bütün Avrupa halkları ve en başta da aydınları, bunun çok belirgin etkisi altındaydılar. Amerika da çok farklı sayılmazdı: Churcill ünlü “demir perde” konuşmasını yaptığı sırada, Stalin Amerikan halkının gözünde neredeyse bir kahramandan farksızdı.

İşte böyle bir ortamda, daha sonra sıkça kullanılmış bir kalıbı o günlere uyarlayarak söylersek, “Batı aydınlarını komünizmin etkisinden kurtarmanın tutuculara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş” olduğu saptaması yapılıyor. Bu saptamanın yer aldığı CIA raporlarında ve benzerlerinde, sol jargonu açıkça ve çokça kullanan, ama komünist olmayan bir solu desteklemenin ve gerekirse yaratmanın zorunluluğu sık sık vurgulanan bir yaklaşım oluyor.

Yukarıda anılan Kültürel Özgürlükler Kongresi çerçevesinde uluslararası prestiji yüksek dergiler yaratılıyor, var olanlar parasal olarak ve çeşitli biçimlerde destekleniyor.

Bunlar aracılığıyla, komünist ve komünizme dostça yaklaşan aydınlarla sanatçılara yöneltilen eleştirilerin başında, “bağlanma” geliyor. Sizler belli bir davaya, ideolojiye “angaje olarak” hem kendinizi ve eserlerinizi kirletiyor, hem de izleyicilerinizi/okurlarınızı aldatıyorsunuz. Böyle söyleniyor. Söyleyenler arasında dönemin önde gelen yazarları, düşünürleri, akademisyenleri var. Kimileri kendilerine sunulan imkânları sağlayanların Amerikan devleti, onun CIA ve benzeri örgütleri ile Ford, Rockefeller, J. P. Morgan gibi büyük tekeller olduğunun farkındalar; kimileri bu perde gerisindekileri bilmeden atıp tutuyorlar.

Ancak, atıp tutmak yetmiyor; atıp tutmanın yolunu yordamını da unutmamaları gerekiyor. Örnek vermek gerekirse, bir ara CIA, adı geçen Kongre’nin Amerikan Komitesi’ne parasal desteğini geçici olarak askıya alıyor. Gerekçe çok ilginç: Komite, komünist aydınların “bağlanması”na saldırırken kantarın topuzunu kaçırıyor ve Rosenbergler davasındaki tutumuyla kendi bağlanmasını pek kaba biçimde açığa vuruyor. Bunun üzerine, Bertrand Russell istifa ediyor. CIA de cezayı kesiyor. Saldır, söv, say; ama sureti haktan görünmeyi sakın ihmal etme!

Daha sonraki on yıllar boyunca, olup biteni şöyle özetlemek mümkün: Komünistlerin etkisi altındaki aydınlara seslenebilmek ve onları bu etkiden kurtarmak için komünistlerin dilini kullanmakta beis yoktur; tam tersine, öyle bir dil gereklidir. Ama saldırılması gerekenler de açıkça belirlenmiş durumdadır ve bu belirlemelere hep uyulmuştur: Proletaryaya dışarıdan bilinç götürme, öncü parti, demokratizmin reddi, sınıf mücadelesinin proletarya diktatörlüğüne yol açması, proletaryanın iktidarı alması ve sosyalist toplumu inşa etmesi… Bütün bunlar hedef tahtasına konmuş; kimileyin belli bir yaratıcılıkla, daha çok da yavan bir anti-komünizmle aşağılanmıştır.

***

Büyük sermayenin her zaman üniversiteler ve bilim dünyası üzerinde yönlendirici, baskılayıcı, işbirliğine zorlayıcı, uyanları destekleyici uymayanları engelleyip köreltici roller oynadığı bilinir. Özellikle 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başları bunun örnekleri ile doludur. Daha da ileri giderek, Batıda “sosyal bilimler”in gelişiminde uluslararası dev tekeller ile onların adını taşıyan vakıfların gizli-açık desteklerinin belirleyici olduğunu söylemekte hiçbir abartı görünmüyor. Sonuç olarak, pek çok büyük şöhret, kullandıkları fonların yanı sıra kendileri ve adamlarıyla başına geçirildikleri fakülte, bölüm, enstitü benzeri kurumların çeşitli imkânlarından yararlanarak, sol jargonu hiç ihmal etmeden, hatta Marksizm’in “ilkellik ve yetersizliklerini” giderici yeniliklerle komünizmin aydınlar üzerindeki büyük etkisini kırma savaşına katılıyorlar. Geçen yüzyılın sonları ile bu yüzyılın başlarında Afganistan ve Irak gibi coğrafyalarda emperyalizmin desteğiyle savaşan mücahitlere silah taşınmasına yardımcı olanlar bile çıkıyor içlerinden. O derece militanlaşıyorlar yani!

“68’den sonra akademiye yerleşensosyal bilimler, sermaye yerine ‘yerleşik kültürü’ hedef alan; sınıfsal bakışın yerine kimlik tartışmalarını oturtan; toplumu planlamaya, düzenlemeye ilişkin her türlü iddiayı totalitarizm olarak yaftalayan; her alanda makrodan kaçarak mikroya odaklanan ve miyopluğu yayan; materyalizme, Aydınlanmaya ve giderek laisizme düşmanlık besleyen; ileri ile geri arasındaki ayrımı bilinçli olarak bulanıklaştıran ya da bozan zihinler yetiştirir oldu.”

Aktardığım bu yerinde saptamaları yapan Hakyemez, daha sonra, özellikle yetmişli yıllarla birlikte, Ford ve Rockefeller türü vakıfların, kimlik, ırk ve cinsiyet odaklı çalışmalara büyük fonlar ayırmaya başladığını hatırlatıyor.

CIA raporlarının da içinde olduğu birtakım Amerikan kaynaklarında saptanan 68’den sonra Marksistlerin akademi başta olmak üzere aydınlar üzerindeki etkisini yitirerek yerlerini anti-komünist aydınların alması olgusu, bizim ülkemiz için, en azından zamanlama açısından, geçerli değildir, kanısındayım. Altmışlarda emekçi sınıflar hareketlenirken üniversitelerde de Marksizm’in de içinde bulunduğu devrimci bir solculukyeni yeni saygınlık ve üstünlük kazanmış, ardından hızla da yaygınlaşmıştır. Git gide toplumun her yanına ulaşan bu yaygınlaşmayı 12 Mart darbesiyle yaşatılan kesintinin de önleyemediğini, 12 Eylül istibdadının çok uzun sürmüş vahşetine ihtiyaç duyulduğunu eklemekle yetinelim.

Bizim 68 ile fark edilir olmaya başlayan “egemenleşme”ye ilişkin bir görüntü vermek amacıyla, ilginçliği mi gülünçlüğü mü önde bilemediğim bir fotoğraf aktaracağım, sözlü olarak elbette.

O zamanlardı. Kendisi tanık olanların sayısı elbette çok sınırlıdır, ama anonim bir anlatıya dönüştüğü için çok yayılmış ve çok da uzun yaşamıştır.

Kendi anlatımımla aktarıyorum, daha farklı versiyonları da vardı.

Fakülte kantininde ya da amfilerin birinde iki ders arasında, Kıbrıslı Türk öğrencilerden biri yakınıyor: “Nedir bu kardeşim, hep markiz, hep markiz! Biraz da Keynescik öğretsinler!” Tam olarak “markiz” demiyor da, yeterince yakınına girip kulak kabartılmazsa öyle anlaşılıyor. Marksizm demek istiyor aslında. Kendim de o zamanları yaşadığım için kuşku duymadığım bir kesinlikle söyleyebiliyorum, doğru sayılabilecek bir saptamanın abartılı bir sergilenişi söz konusu burada. Marksizmi aslına sadık olarak öğrenmek isteyenler için seçilebilecek dersler de vardı, yardımına başvurulabilecek hocalar da. Buraya kadarı, az önce bizde Batı’dakinden farklı olmuştur dediğimin de bir göstergesi; orada biterken burada başlıyor.  Ama daha ötesi, düpedüz, Kıbrıslı öğrencinin abartması. “Keynescik” de öğretiliyordu kuşkusuz, hem de “Markiz”den çok daha fazla. Burjuva İktisatının çok daha kapitalizm dostu öğretilerinin egemenliği vardı ve keşke Lord’un yazdıkları daha çok okutulsaydı, demek gerekiyor bugünden geriye bakıldığında.Biz onları da Marksist hocalardan öğrenmişizdir.

Bu arada, yukarıdaki Kıbrıslı anlatımı bir özel kasıtla yapılmış sanılabilir, ilgisi yok. Aktardığım gerçek öykünün kahramanının kökenini belirtmek için yazdım sadece. O kökenin Kıbrıs olması büyük ölçüde rastlantıdır. Rastlantı olmayan yanı ise şu: Bizim üniversitenin yurtlarında ve sınıflarında tanıdığım çok sayıda Kıbrıslı Türk öğrenci olmuştur. Tamamına yakını, “asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl”  özdeyişinin cisimleşmiş hali olan ve bir an önce diplomayı alıp Londra’ya kapağı atma peşindeki çocuklardı. Kıbrıslı Türklerin devrimci olanlarıyla, çok daha sonra, Kuzey Kıbrıs’ta tanıştım.

***

Buraya kadar solun sağcılaşması olgusuna ilişkin dışsal etkenlerden söz ettik. Bir de içsel etkenler var elbette. Hakyemez’in birçok kaynaktan yararlanılmış yazılarında onlara da bir ölçüde değinilmiş.Ben burada bırakıyor ve son cümlenin o yazıların biraz daha merak edilmesine yol açabileceğini umuyorum.