Güçlü mü, güçsüz mü?

Sorunun asıl önemli yanı, gerçek gücün kimde, nerede, hangi tarafta olduğu ve bunun nasıl bir değişim gösterdiğidir.

Böyle deyince, güçlü ile güçsüzün, bunu soyutlayan bir anlatımla, güçlülük ile güçsüzlüğün mutlak değil göreli olduğunu ve buradaki göreliliğin zaman belirlenimli olarak ortaya çıktığını dile getirmiş oluyoruz.

Daha somut, biraz daha anlaşılır biçem ya da biçimde yazmaya çalışalım.

Çalışalım da, şimdi söyledik, apaçık anlaşılır değil, biraz daha anlaşılır biçimde… Nedeni ise, biliniyor olmalı, kabalaştırma olarak dilimize aktarılan vulgarizasyonun geçerli bir tanımı, herhangi bir sorunu ve olası çözümlerini kendi kafamızda ulaşabildiğimizden daha büyük bir açıklıkla dile getirmektir.

Şimdi devam.

AKP kısaltmasıyla andığımız parti, onun Cumhuriyet tarihinde süre bakımından benzersiz olmaya çok yakınlaşmış ve gittikçe sağlamlaşmış izlenimi veren iktidarı ile bütün bu abartılı görülebilecek anlatımlarla dile getirdiğimiz olgunun bir numaralı kişisi konumundaki  Erdoğan, çok mu güçlüdür?

Yanıt aramadan önce, soruda küçük bir düzeltme yapmakta yarar var. Az önceki cümleyi gücün derecesini, çok mu pek çok mu olduğunu bir kenara bırakıp varlığını sorgulayarak yeniden yazabilir ve, sadece bir kişiden söz edip durmanın saçmalığından kurtulmak için, bir ek de yapabiliriz: Erdoğan ve simgesi olduğu taraf güçlü müdür?

Tarihsel olarak ya da, o iddiayı taşıdığımıza göre, tarihsel maddecilik açısından baktığımızda, anılan taraf, değişik belirişleri ve temsilcileri nasıl ete kemiğe bürünürse bürünsün, esasen güçsüzdür. Ancak, bununla ilgili bir tartışmaya girmiyoruz, buradaki akıl yürütmemiz açısından bu bir belittir, aksiyomdur, isteyen iman diyebilir, isteyen tarih boyunca pek çok kez kanıtlanmış bir hakikat, her neyse, bunu tartışmıyoruz; sadece, değinip geçiyoruz.

Apaçık olan ve doğruluğunu herhangi bir yolla göstermek gerekmeyen bu temel önermeyi, güncel bir gerçek olarak yineleyenler var; solcuların belli bir kesiminden oluşuyor. Artan bir ısrarla, Erdoğan’ın, onun temsil ettiği tarafın güçlü oluşunun bir görüntüden öteye geçmediğini, bu görüntüyü gerçekliğin sadık olmayan bir yansıması saymak  gerektiğini ileri sürüyorlar. Bunların yanı sıra, bütün veriler ya da ulaşılabilen verilerin kayda değer bir çoğunluğu tersini gösterirken, bu güçsüzlük saptamasının dayanaksız olduğunu düşünenlerin varlığından söz edebiliriz.

Demek, bir, sevinçle ya da kahredici bir üzüntüyle bu politikacının ve tarafının alt edilmesi olağanüstü zor bir güce ulaştığını düşünenler; iki, bu gücün görüntüden ibaret olduğunu ileri sürenler; bir de, bu ikincilere katılmak gönüllerinden geçse de bunu destekleyecek kanıtların ortada görünmediği gerekçesiyle, hiç değilse kimileyin, birincilere katılanlar olmak üzere üç küme insan var. Belki daha doğru bir anlatımla, siyasal olayları belli bir süreklilikle ve farklı tutumlar takınarak izleyenleri, aşağı yukarı, bu üç kümede toplamak mümkün görünüyor.

Bunlardan ilkinin içinde iki alt küme olduğunu söylemiştik; biri, iktidardakinin gücünü sevinçle karşılayanlar, öbürü, durumu değiştirilebilir görmedikleri için kahrolurcasına üzülerek, çaresizlikle kabul edenler. İlkini tümüyle konu dışı bırakmalıyız; çünkü sağlam çıkar bağları ya da ortaklıkları dolayısıyla bu konumda bulunduklarından yahut öyle olduklarına inandıklarından, onlarla uğraşmak boşunadır, kaynak savurganlığına ve eğer onu da bir kaynak kabul edersek, büyük zaman kaybına yol açar. Zaten, en geniş “kitle partileri” için bile, nüfusun tümünü ya da hemen hemen tümünü kapsama ve yanına çekme iddiasının saçmalık olduğu besbellidir.

Buna karşılık, bu sınıflandırmaya göre ikinci kümede yer alanların önünde duran iş, görev, misyon, hangi sözcükle anlatılırsa anlatılsın, bu güçlülük görüntüsünün aldatıcılığının sergilenip benimsetilmesidir. Buradaki hedef kitle ise, az önce uğraşılmaması gerektiğini belirlediğimiz kesimler dışındaki, çok geniş kalabalıklardır. Gelgelelim, bu kadar büyük kalabalıkların tümüne aynı anda ve aynı ağırlıkla yönelmenin imkânsızlığı düşünüldüğünde, bu hedef kitle içinde de bir öncelik ve önem sıralaması yapma gereği ortaya çıkmaktadır. Ancak, sorunun bu yanı, yazımızın kapsamı dışında kalıyor.

Yandaşları ve karşıtlarınca beyefendi, usta, reis, asrın lideri, muktedir, padişah, despot, diktatör türünden yakıştırmalarla anılan politikacı ile onun önderi konumunda bulunduğu tarafın gücünün geçici ve yanıltıcı bir görüntüden ibaret olduğunu ileri sürenlerin bu iddialarını destekleyebilecekleri pek çok güncel dayanaktan söz edilebilir. Bunların en önemlilerinden biri, anılan siyasetçinin belki de bütün siyasal yaşamı boyunca sergilemiş olmakla birlikte o yaşamın son evrelerinde çok belirgin bir duruma gelmiş görünen, herkesle ya da herkes denebilecek kadar çok ve çeşitli kesimlerle ittifak kurabilmesi, aynı zamanda, bunları aşağı yukarı aynı kolaylıkla bozup yenilerini oluşturabilmesidir.

Bu olgunun, gücün mü güçsüzlüğün mü göstergesi olduğu tartışmasına girmeden önce, kurulup bozulan ittifakların bileşenleri olan öğelerin kendi aralarında ve onların her biriyle bu ittifakların birincil ya da kurucu öznesi arasında, ideolojik ve siyasal açıdan, kayda değer bir farklılık olmadığına ya da, en azından, görünürdeki farklılıkların bu ittifakları engelleyici boyutlara ulaşmadığına işaret etmekte yarar var. Sözü edilen ittifakların bozuluşu sırasında kopan gümbürtüyü ise bu saptamayı geçersizleştiren bir gösterge değil, olup biteni genellikle bir tür keyifle izleyen çarıklı erkânıharpin deyişiyle, “siyasetin cilvesi” saymak yerinde olur.

Bir önceki paragrafta kalmış soruya, belli bir kolaylıkla ittifaklar kurup bozabilme alışkanlığının gücün mü güçsüzlüğün mü işareti olduğuna dönecek olursak, Kemal Okuyan’la yapılıp 25 Mayıs günü burada yayımlanmış söyleşideki bir vurgulamadan hareket edebiliriz. Orada “güçlü Erdoğan ile çaresiz Erdoğan iç içe geçiyor” saptaması yapılıyordu; aynı söyleşideki birçok başka saptama gibi, çok yerindedir.

Bunu, diyalektiğin temel yasası olan “karşıtların birliği ve çatışması”nı hatırlayarak, “Erdoğan’ın gücü ve güçsüzlüğü bir aradadır, bu anlamda, bir ve aynı şeydir” biçiminde dile getirmek de mümkündür. Ülkemizin yazgısını şaşılacak kadar uzun bir süredir etkilemiş ve  kuşkusuz aynı uzunlukta olmasa da bir süre daha etkileyeceği anlaşılan bu siyaset adamının gücü, güçsüzlüğünü yahut çaresizliğini ortaya koyarken, güçsüzlüğü de zaman zaman aldatıcı bir aşırılıkla görünür duruma gelen bir güce yol açabilmektedir.

Konu edindiğimiz siyasal figürün ve iktidarın güçsüzlüğüne ya da güç görüntüsünün bir karikatüre dönüşmesine ilişkin çok güncel, son birkaç günde ortaya çıkmış, işaretlerden bazılarını sayabiliriz. Bunların benzerlerini daha geriye giderek olup bitmişler arasından ve daha ileriye bakarak gerçekleşmesi beklenenler içinden seçmek de mümkün.

Dış kaynaklı olanlardan, özellikle, iki büyük müttefikten birkaç gündür sıklaşarak gelen tehditlerle gözdağları ayırt edilebiliyor.

Amerika, bir yandan, nicedir unutulmuş görünen “Fırat’ın batısına geçmeleri kırmızı çizgimizdir” atıp tutmalarına aldırış etmeden, Rakka’ya yönelecek askeri harekâtın başlangıcı olarak Menbic adındaki küçük yerleşim yerine doğru baş müttefiki olduğunu hiç reddetmediği Suriyeli Kürt güçlerinin egemenliğinde bir hareketlenmeyi başlatıyor. Hemen hemen aynı günlerde, bizdeki yıkılmaz bir güce eriştiği sanılan iktidarın yatıp kalkıp sayıkladığı ve devletin her türlü resmi belgesine işlettiği “fetocu terör örgütü”ne böyle bir toz kondurmadığını resmen ilan ediyor. Yine aynı günlerde, git gide ülkemizde de şöhret olacağı anlaşılan savcısının ağzından, bizdeki muktedirlerin tüylerini diken diken eden “17 Aralık” olgusunun kendi dava dosyalarıyla örtüştüğünü açıklıyor.

Öte yandan, Almanya parlamentosu, ilk kez, “Ermeni soykırımı”nı adıyla sanıyla kabul ettiğini ilan eden bir kararı, bir çekimser ve bir red oyuna karşı, ezici çoğunlukla kabul ediyor. Tam da bu sırada, son zamanlarda Erdoğan’ın ve yeni azlettiği sakıt başbakanın en yakın dostu görünümündeki Merkel ve koalisyon ortaklarının şefleri laylaylom gezilerde, toplantılarda oldukları gerekçesiyle oylamadan kaçıyorlar. Alman parlamentosunun hükümete yaptığı çağrıya göre, bundan böyle, Almanya’daki TC yurttaşlarının sayıları herhalde yüz binlerle anlatılan çocukları büyük büyük dedelerinin Ermenileri nasıl kesip biçtiklerini okullardaki derslerinde okuyup öğrenecekler. Kararın metinde yazıya dökülmüş uzantılarından biri bu.

Bunlara ve benzerlerine bizdeki iktidarın olası tepkilerini ise Kemal’in yukarıda andığım söyleşide sözünü ettiği bir gerçeğin ışığında düşünüp kestirimde bulunmakta yarar var: “Davutoğlu’nu Suriye’ye ver Esad’ı tavla; Fidan’ı Moskova’ya ver Putin’i tavla… Bunların sonucu olur da, sanıldığı gibi olmaz. (…) Türkiye’nin hareket özgürlüğünün de sınırı var. Bu sınırı yakında görürüz.”

Açık ve kapalı, anlaşılabilir ve anlaşılması pek kolay olmayan bunca söz edilmiş, hepsi de olabildiğince serinkanlı davranmaya özen gösterilerek yazılmış bir yazının sonunda, pek çok  renkleri ve tonlarıyla solumuzun ezeli ve ebedi bir kötü alışkanlığına değinerek  tamamlayalım. Daha doğrusu,  öncesiz olduğu kesindir de bu alışkanlığın; sonsuz olmaz umarım; ne yapar eder bir son vermeyi başarırız.

Bu kötü alışkanlık, karşımızdakileri, mücadele edip ve çokça da yenilip durduklarımızı, onların güç ve yeteneklerini abartmak, hatta onlarda hiç var olmayan birtakım güçler, birikimler, sağlamlıklar bulmaktır. Böylece, kendi yetersizliklerimizi gizlemiş, yenilgilerimizi haklılaştırmış, kısacası, kendimizi temize çıkarmış oluruz.

Olmayız da, öyle sanırız işte!