Davos Çadır Tiyatrosu

İnsanlık tarihinin en eski sanatlarından biri, belki de, benim ilk gençlik mesleklerimden pantomimi akla getirirsek, en eskisi olan tiyatroyu tenzih etmek için böyle yazıyorum. Daha 14-15 yaşlarında çocuklarken bize tiyatroyu öğretmeye uğraşan üniversiteli abilerimizden edindiğimiz alışkanlıkla, "gerçek" tiyatroyu ayırt etmek için ötekilere böyle derdik. Aslında, bunda bile bir haksızlık var. Çocukluğumda çadır tiyatrosuna gidişlerimi hayal meyal hatırlıyorum. Oradan aklımda bir sahtekârlık, ikiyüzlülük, dolandırıcılık izi kalmamış.

Oysa, sözünü edeceğim çadır tiyatrosunda herhangi bir sahicilik ya da dürüstlük bulmanın imkânı yok.

Çok zamandır ülkemizin Başbakanlık koltuğunu işgal etmekte olan Bay Erdoğan'ın en ağır eleştiricilerinin devlet adamı üslubuna yakışmazlıkla suçlamakla birlikte onlar dahil nerdeyse herkesin takdirini topladığı görülen çıkışının ne kadar "dik" olduğuna değinmek niyetindeyim. Kuşkusuz, iki gündür okuyup izlediklerimden usanmış durumdayım okurların da benzer durumda olduklarını sanırım. Ama, ben mi abartıyorum, yoksa kimse farkında mı değil, buna "dik duruş" falan diyenler bütün ömürlerini yatay durumda geçirmiş olmalılar.

Bay Erdoğan'ın 1994 Nobel Barış ödülünün üç sahibinden biri olan İsrail Cumhurbaşkanı Peres'in panel konuşması bittikten sonraki gösterisini bir kez daha gözümüzün önüne getirmeye çalışalım. Ödülü de araya sıkıştırmamın nedeni, dünyanın ne Nobel Barış Ödülü sahipleri gördüğünü hatırlatmaktır. Daha iyi hatırlatmak için de 1978'de Enver Sedat- Menahem Begin ikilisinin aynı ödüle layık görüldüklerini ayrıca, ülkelerinde sosyalizmin yıkılışı yönündeki seçkin çabalarıyla temayüz etmiş Saharov, Walesa ve Garbaçov'un da, sırasıyla, 1975, 83 ve 90 yıllarında aynı ödülü aldıklarını ekleyelim.

Peki, ne yaptı Bay Erdoğan? "Van minit, van minit" diye parmağını sallayarak İngilizceyi pek de güzel sökmeye başladığı yolundaki söylentileri haklı çıkardıktan sonra bileğinin hakkıyla koparıp aldığı birkaç dakikalık ek sürede o Peres efendinin ne morukluğunu, ne suçluluğunu, ne öldürme bilgisinin gelişkinliğini, ne de alkışlayan izleyicilerin insanlık suçu işlediklerini bıraktı. En sonunda da, Anadolulu bir Ermeni ailesinden gelen Amerikalı moderatörün orasına burasına dokunarak sözünü kesmesine, bence, haklı olarak bozuldu ve "Davos bitmiştir ben bir daha buraya gelmem!" diyerek dosyasını toparlayıp çekti gitti. Gerçi zaten panel bitmek üzereydi ama, olsun, kapıyı vurup çıkmak da böyle olur işte. Ortada bir kapı yoksa ne yapsın adam?

Önce, ülkemizin başbakanlık koltuğunu epeydir işgal etmekte olan zatın o cıvık moderatörün dokunuşlarına sinirlenip çeşitli itme ve tokatlamalarla cevap vermesini neden haklı bulduğumu belirtmeliyim. Birincisi, kendisinin delikanlılığını herkes bilir dolayısıyla, öyle cıvıklıkların delikanlıyı bozacağının da bilinmesi gerekir. Neyse ki, kendisi sanılanın aksine, devlet adamlığını da bihakkın sökmüş durumda olduğu için sadece ufak tefek itmeler ve tokatlarla yetinmiştir. Yoksa, delikanlının hasından beklenenin "El hareketi yapma lan, kodum mu oturturum!" türü bir cevap olduğunu en iyi o bilir. Ayrıca, delikanlıya en yakışanı bile olsa böyle bir karşılığın simültane tercüme işini yürütmekte olan günahsız insanların işini ne kadar zorlaştıracağını da mutlaka düşünmüştür.

Türkiye'nin başbakanının o sulu temaslara sinirlenmesine hak verişimin bir başka nedeni de şu oldu: Çankaya'ya çıkarttığı dava arkadaşı, eski memuru, yeni amiri Bay Gül o tarihi olaydan hemen sonraki bir zamanda Bay Bush'u ziyarete gittiğinde Beyaz Saray'da pek samimi bir karşılamanın görüntülerini izlemiştik. Heyetteki öteki kişilerin ellerini sıkmak için geride kalan Bush, kendisinden önce oturulacak bölüme ulaştığı için ayakta beklemekte olan Gül'ün yanına gelmiş, gülerek, hatta basbayağı sırıtkan bir suratla onun sırtını sıvazlayarak oturacağı koltuğu göstermişti. Herkes gibi ben de "Ne samimi bir karşılama!" demiştim. Lakin, o günlerde, 15 yıldır Amerika'da üniversite hocalığı yapan bir yakınım bana bir bilgi vermişti. Meğer, oranın gençleri arasında bir adet mi, kültür mü demeli, yoksa "jest argosu" diye bir deyiş mi uydurmalı, şöyle bir şakalaşma alışkanlığı varmış: Bir genç herkesin ortasında bir başka gencin öyle sırtını sıvazlamaya benzer bir hareket yaptığında bu, "Sen ne yumuşak çocuksun!" anlamına gelirmiş. O harekete muhatap olan çocuk gerçekten yumuşaksa, sorun olmazmış elbet ama değilse, ciddi kavgalar çıkarmış. Başbakanın çocuklarından da Amerikan üniversitelerinde okuyanlar oldu onların da böyle bir argodan haberleri olmuş ve bir vesileyle babalarını bilgilendirmiş olabilirler. Ancak, benim gibi herkes de görmüştür, moderatörün dokunuşları omuz ve el kol bölgeleri ile sınırlıydı.

Neyse, uzatmayalım, panelin üzerinden daha bir saat bile geçmemişken Bay Erdoğan bir basın toplantısı yaptı ve hem tepkisinin Peres'e değil moderatöre olduğunu özellikle vurguladı hem de "Bir daha Davos'a gelmeyecek misiniz?" sorusuna yanıt olarak "konuşuruz" demekle yetindi.

Şimdi gel de o Ege köylüsüyle ilgili öyküyü hatırlama: "İşte bunu yapmeycedin sayın başbakanım!" Bir saat bile sürmeyen efelik mi olurmuş!

Gerçi, bu durumu, bu çok hızlı değişmeyi açıklayabilecek bazı senaryolar da hemen akla gelmiyor değil.

Bir: Olayın bütünü, çeşitli olasılıklar hesaba katılarak önceden planlanmış bir kurguydu. Kurgu gerçekleştirildi. Türkiye'deki tantana zaten hazırdı yoluna konmuştu. O halde, oralardaki dik duruşu tadında bırakmak gerekirdi.

İki: Başbakanın danışmanları ve Dışişleri Bakanlığı'nın uzman görevlileri hemen devreye girdiler. O arada, içlerinde Davos toplantılarını düzenleyenlerin de bulunduğu hatırı kırılamayacak bazı yabancılar da dahil oldular. İkna süreci hızla işletildi ve sadece iki uyduruk soruya izin verilen öyle bir basın toplantısıyla iş tatlıya bağlandı. Peres de beklemekte olduğu o toplantıyı izledikten sonra telefona sarılıp tatlının sosunu ayarladı.

Üç: Birkaç yıl önce Ankara Güven Hastanesi'nin önündeki ünlü balyoz harekâtından sonra bizim üstadın geliştirdiği çözümlemeleri büsbütün de yabana atmamak gerekir. Panelin sona erişi ile basın toplantısı arasındaki kısa sürede sadece siyaset ve diplomasi danışmanları değil sağlık danışmanları da devreye girerek çok disiplinli bir ortak çalışma yürüttüler. Frenklerin "multidisipliner" dedikleri ve iyi yürütüldüğünde çok etkili olabilen bu çalışma da sonuç almaya yetti.

Bunlardan ilki, başka soru işaretleri bir yana, çeşitli çevrelerden çok sayıda aktörü birlikte yönetip yönlendirebilecek büyük bir aklın varlığını gerektirdiği için, inandırıcı görünmüyor.

İkincisi, en çok sayıda insanı en kolayca inandırabilir gibi görünüyor.

Üçüncüsü ise ikincisinden büsbütün farklı sayılmaz sadece ona ek bir boyut getiriyor. Bu ek boyutun inandırıcılık gücünü nasıl etkilediğine ilişkin bir yığın spekülasyon yapılabilir. Ama onu da ilgisi ve vakti olan okurlara bırakmak, en iyisi.