Artık sevmiyorum…

Böyle bir şarkı vardı. Vardı, dediğim, hâlâ vardır da, pek fazla çalınıp söylenmiyor. Orada sevilmeyen, daha doğrusu, bir zamanlar sevilip de artık sevilmeyen, İstanbul idi. Şarkıyı terennüm ederek söylenişini hatırlatmaya çalışırsak, aşağı yukarı şöyle: “İstanbul’u…”, bu araya çalgılar giriyor, “İstanbul’uuu…”, buraya yeniden çalgılar giriyor, “İstanbul’u artııık hiiiç sevmiyooorum…”

Bana sorulacak olursa, basbayağı kötü bir şarkıdır. Ancak, herkese öyle olur mu bilmem, herhalde olmaz, benim dilime kimileyin en kötü şarkılar takılıverir, bir süre, diyelim birkaç saat, hatta bir yarım gün falan, mırıldanır ya da ıslıkla çalar dururum. Bir tür karabasandır, kendimi kurtaramam. O sırada yanımda yöremde olanlar da, benimle ilgili konumlarına ve/veya kişiliklerine göre, tepki gösterirler. Göreli bir tepki dediysem, istisnasız hepsi olumsuz tepkidir de, sertlik dozu az önce değindiğim ve benzeri etkenlere bağlı olarak, farklılık gösterir.

Benim artık sevmediğimi söylediğim ve hatta o eski kitabın başlığını hatırlayarak “sevmemeli” vurgusunu yapma aşamasına geldiğim ise İstanbul değil. O doğuştan güzel kenti gerçekten güzelleştirmek ve kendi deyişimiz olan “proletaryanın başkenti” yapmak bizim boynumuzun borcudur. Benim artık sevmemeli dediğim futbol. Demin göndermede bulunduğum ise arka kapağı da ön kapak yapılmış ve biri “sevmeli” öbürü “sevmemeli” diye iki kapakla yayımlanmış “Futbolu Neden Sevmeli/ Neden Sevmemeli” başlıklı kitaptır. YGS yayınları tarafından 2006’da yayımlanmıştı. Ben orada “neden sevmeli” tarafında yazmıştım. Şimdi, bakıyorum da, “sevmemeli” tarafında yazan, oradaki sırayla belirtirsem, Yalçın Küçük, İzzettin Önder, Metin Çulhaoğlu, İlker Maga ( iki tarafa da yazdığı için aslında bu listeye dahil edilmemeli), Kemal Okuyan, Metin Kurt gibi dostlarım ve arkadaşlarım var. Oysa, “sevmeli” diyenler ve sayıları ötekilerin yarısı kadar olanlar arasında, iki tarafa da yazdığı için yine hesaba katılmaması gereken İlker dışında, gözümü kırpmadan her konuda aynı safta bulunmak isteyebileceğim bir tek Nazım Hikmet bulunuyor o da, 1930’da ilk basımı yapılmış olmakla birlikte 1923 yılında yazılmış ve en iyi şiirleri arasında sayılamayacak bir şiirinde futboldan söz etmiş, onunla yer alıyor kitapta, kuşkusuz haberi olmadan…

Tamam, olabilir, demek futbolu sevmek gerektiğini söyleyenlere pek ulaşamamışlar yayıncı arkadaşlar. Böyle demiştim kitabı ilk elime aldığımda. Hatta, bizim cenahta azınlıkta da kalsam sevmeye devam ederim, orada da durmam, sevmekte herhangi bir sakınca bulunmadığını da söylerim, ne var, diye diye işi uzatmıştım.

Aradan geçen zamanda, daha eski zamanlarda da hiç eksik olmadığı gibi, bu ısrarın yanlışlığını gösterebilecek bir yığın olay gerçekleşti. Hiç aldırmadım. Hayır, o kadar uzun boylu değil, aldırdım aldırmasına, soğukluk duymaya da başladım sayılır. Ama, kuşkularım çoğalsa bile, her şeye rağmen, vazgeçmedim.

Bununla birlikte, istiap haddinin dolmasına pek büyük bir mesafe kalmamış olduğunu fark ediyordum.

O noktaya çok yaklaştığımı fark ediyordum ki, geçenlerde, bir bildirge okudum.

İçlerinde az çok yakından tanıdığım ve aklı başında insanlar olarak bildiğim birkaç kişinin yanı sıra hiç tanımadıklarımın da bulunduğu akademik çevrelerden bir grup, açıklama yapmışlar ve “3 Temmuz’da derin bir acı ve üzüntü yaşadık. Okuduğumuz kitapları kavrayamaz, hazırladığımız makaleler üzerinde kalem oynatamaz, yediğimizden-içtiğimizden haz alamaz hale geldik.” diyerek yakınmalarını tam bir içtenlikle dile getirmişler. Söylediklerinin ilk ikisi o meslekteki insanların onsuz yapamayacakları işler. Sonuncusu ise her meslekten ve mesleksiz bütün insanlar için vazgeçilmezlik taşıyor haz alamamak neyse de, yemeden içmeden yaşanabilir mi! Öyleyse, anlatımı biraz abartılı görünse bile doğruluğunu kabul etmek zorunda olduğumuz bu durumun, her türlü dayanma gücünü zorlayacağından, düpedüz insanlık onurunu ayaklar altına alan bir eziyet ve işkence olduğundan kuşku duyamayız. Neyse ki, o büyük önderin ve arkadaşlarının yaptıkları, dayanılmaz durumu az çok dayanılır kılmış. Bunu da yine, kendi deyişleriyle, “sarı-lacivert çubuklu” değerli akademisyenlerimizden öğreniyoruz: “Zaman içerisinde Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının sergilediği sağlam duruş, öfkemizi umuda dönüştürdü.” Bu da onların arkasında durmalarını ve sonuna kadar da orada kalmalarını sağlıyor. Şöyle tamamlamışlar: “Diplomalarımızın fazlalığına kimse bakmasın, bizim de sevinç ve hüzün pusulamız Fener'e ayarlı, yüreğimiz sarı-lacivert çubukluyla bezeli. Bizler de 3 Temmuz'dan sonra, ‘sevdamıza kimsenin engel olamayacağını’ daha iyi anlayanlardanız.”

İnanılması kolay görünmüyor. Ama tam da böyle.

Üstelik, bütün bunları “ileride aşk cümlelerinin, ‘biz seversek Fenerli gibi severiz’ biçiminde kurulacağı bilinciyle” yazdıklarını eklemişler.

Bilinç önemli elbette, işin içinde solculuk varsa bilinç sözü edilince kim ne diyebilir de, bari, aşkı işe karıştırmasaymışlar! Okuduktan sonra ilk söylediğim bu oldu.

Sonra, habere aktarıldığı kadarıyla, yeniden okudum. Bir daha okudum. Bu yazılanların bir şaka olduğuna ilişkin herhangi bir saklı işaret, iz, simge var mı diye baktım. Yoktu.

Aziz Yıldırım, her ne kadar şimdilerde kendisine “çağdaş Dimitrov” payesi layık görülmekteyse de, malum, “nato müteahhidi” olarak nam salmıştır öteki yöneticilerden biri, Nihat Özdemir, bir başka “nato müteahhidi”, ayrıca özelleştirme ihalelerinin uyanık alım satımcısı şanını da buna eklemiş sayılır bir üçüncüsü, Ali Koç, soyadı aynı olmakla birlikte Bursa’nın CHP’li yeni milletvekillerinden ve tanınmış otobüs firmasının varisi hanımefendi kadar mütevazı sermaye sahibi bir aileden gelmediğini biliyoruz, memleketin devletle büyümüş devletle üzülmüş devletle sevinmiş bir numaralı kapitalisti ailenin üçüncü kuşak mensubudur bir başkası, başbakanın çok yakını bir altın taciri, vb vb...

Eh, olur, bu taraftarlık denilen ilişkinin akıl ile açıklanabilecek yanı ya çok azdır ya hiç yoktur, dolayısıyla, “damarımı kessen, sarı-lacivert akar” benzeri söylemlere ya da bunun renkleri değişmiş türevlerine çok rastlanır hepsi de, herkesin hiç büyümeyen çocuk yanları vardır kabulüyle, hoş karşılanabilir. Lakin, solcu insanlar olarak geçmişten beri ve hâlâ iyi, doğru, yararlı işler yapan kimselerin, az önce adlarıyla kısa kimlik bilgilerinden söz edilen para babalarının “duruşu”na hayranlık duyduklarını ve onların yanında yer aldıklarını ilan etmeleri neyin nesi olabilir acaba?

Benim açımdan işte bu bir “son damla” oldu ve bardak taştı.

Artık futbolu hiç sevmiyorum. Adı batsın!