Asgari ücret pazarlığı

Şu günlerde 7 milyon çalışanı, ailelerini de katarsak en az 10-15 milyon kişiyi ilgilendiren “asgari ücret” konulu bir oyun sergileniyor; 10-15 gün sonra bitecek.

Oyunun kurgusu şöyle: En çok üyesi olan işçi ve işveren konfederasyonlarından 5’er temsilci ile hükümetin görevlendireceği 5 kamu yetkilisinden, 15 üyeli bir kurul oluşturuluyor. Çeşitli aralıklarla toplanıp pazarlık yapıyorlar; uzlaştıkları tutar, asgari ücret sayılıyor.

Demokratik yöntem algısı uyandıran bir görüntüsü var: Emek ve sermaye sınıfının temsilcileri bir masanın çevresinde uygarca oturup tartışıyor, kendi gerçeklerini anlatıp karşı tarafı ikna etmeye çalışıyorlar; kamu görevlileri de hem hakemlik yapıyor hem devletin yüce çıkarlarını koruyor.

Rüyalar aleminde yaşıyorsanız oyunu beğenebilirsiniz. Ama çalışanlar gerçekçi olmak zorunda. Pazarlığın, güçler arasındaki yarış olduğunu hepimiz biliriz; eli güçlü olan kazanır.

Ne yazık ki çalışanlar kesiminde yaprak kıpırdamıyor. Devlet zaten sermaye sınıfının siyasi örgütünden başka bir şey değil. Sermaye ise malum; emek sömürüsünden besleniyor.

Sendikaların bu zorlukları aşacak güçte olduğunu ne yazık ki şimdilik söyleyemiyoruz. Korkarım emekçilerin adına konuşma hak ve yetkisi kullanan birileri, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi asgari ücret işini bu yıl da ucuza kapatacak.

Çalışanların önemli sorunları olsa da hiçbiri aşılmaz değil. Milyonların gücüne, eğer kararlılık sergileyebiliyorlarsa, hiçbir iktidar karşı koyamaz.

En önemli sorun işsizlik

TÜİK’in inanılmaz sayılarına göre bile Ağustos/2019 ayı itibariyle işsizlik oranı %14 olarak gerçekleşti; 4 milyon 650 bin kişi işsiz. Bütçe ve İşsizlik fonu, daha çok işçi çalıştırsınlar diye alabildiğince patronlara yağmalatılıyor. Ancak yine de 2018/Eylül’de 14,8 milyon olan sigortalı sayısı 400 bin kişi azaldı ve 2019/Eylül ayında 14,4 milyona düştü.

Oysa aynı tarihler arasında, İşsizlik Fonu bütçesinden, teşvik ve destek ödemeleri adı altında patronların 17 milyar 346 milyon lira tutarındaki işçi ücreti ve sigorta primleri gibi yükümlülükleri karşılandı. Bu tutarın içinde, ücret garanti fonu; işbaşı eğitim programları; kısa çalışma ödeneği gibi adlarla yapılan ödemeler yok.

Patronlar kara delik gibi; ne verirsen anında yutuyorlar.

İşçi sendikaları ne durumda?

Ekim/2019 itibariyle 1 milyon 830 bin sendika üyesi var. 14,4 milyon sigortalı sayısına vurduğumuzda yaklaşık %14’ünün sendikal koruma altında olduğu görülüyor. Koruyabiliyorlar mı? Ya da korumaya gerçekten niyetleri var mı?

Aşağıda üç büyük konfederasyonun üye sayıları ile iki yıl içindeki değişim görülüyor.

En çok üyesi olan konfederasyon TÜRK-İŞ, 1952 yılında kuruldu. Çalkantılarla geçen geçmişinde, işçi sınıfı mücadelesinde iz bırakmış pek fazla örnek yok. Daha çok “sarı” rengiyle hatırlanıyor.

HAK-İŞ, üye sayısına göre ikinci sırada yer alıyor. 1981 yılında kuruldu. Emek mücadelesi ile pek işi yok. Sarı sendika unvanını bile hak etmiyor. “Emeğe saygı” konulu kısa film yarışmaları falan düzenleyip işi idare ediyorlar. Adını en son Fransa’daki işçi eylemleri sırasında duyduk. Federasyon Başkanı, gözünden yaralanan AA muhabiri için Fransa Büyükelçiliğine siyah çelenk koydu. Onun hemen öncesinde de başkanı için 1,3 milyon liraya alınan BMW nedeniyle gündeme gelmişti.

DİSK-AR Emek Araştırmaları (2016-2019) Raporunda, 2013-2019 arasında üye sayısının %311 oranında arttığına dikkat çekiliyor. Ama yerel seçimler sonrasında üye sayısı 10 bin azaldı; 684 binden 674 bine düştü.

Tayyip Erdoğan HAK-İŞ’e özel önem atfediyor. Temmuz/2019’da 14’üncü olağan kongresine katıldı. Konuşmasında 28 Şubat ile 15 Temmuz’a karşı onurlu duruşu için şükranlarını iletti. Hemen ardından sendikalarından “istifa ettirilen” üyelerine yeniden kavuşmak amacıyla verdikleri mücadeleyi desteklediğini söyledi. Mücadelede yeri yok ama sendikalaşma oranının yüksek gösterilmesinde işe yarıyor; bir de işçilerin mücadele gücünün soğurulmasında…

İşçi sınıfı mücadelesi deyince akıllara en başta DİSK gelir. Derin izler bıraktı. Şimdilerde ise hiç hak etmediği kadar güçsüz. Üye sayısına göre üçüncü sırada geliyor ama ne yazık ki HAK-İŞ’in dörtte biri kadar üyesi var.

Emeğin terminolojisinden toplu sözleşme ve grev hakkı çıkarıldı

DİSK’in yukarıda sözünü ettiğim raporunda, çalışanların %7’sinin toplu sözleşmeden yararlanabildiği ve bu oranla OECD ülkeleri arasında sonuncu sırada yer aldığımız belirtiliyor.

Grev konusunda çok daha vahim durumdayız. Hükümet, (yani Cumhurbaşkanı) kamu güvenliği tehlikeye girer kararı vermişse grev hakkı fiilen ortadan kalkıyor.

CB Kararnamesiyle “Aile, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı” adını taşıyan bir torba bakanlık kuruldu. Aile, sosyal güvenlik ve sadaka anlamına gelen sosyal koruma gibi işlerin yanısıra çalışma konularına da bakıyor. Grevde geçen günleri “kaybolan işgünü sayısı” olarak kodlamasına bakılırsa grevlerden hiç hoşlanmıyor.

İnternet sitelerinde yayımladıkları istatistik bilgileri şöyle;

  • 2015’te 14.577 işçinin çalıştığı 75 kamu işyerinde 3 grev olmuş, 276 işçi katılmış, 3.208 işgünü kaybolmuş. Aynı yıl 17.198 işçinin çalıştığı 102 özel sektör işyerinde 24 grev olmuş, 7.664 işçi katılmış. 125.593 işgünü kaybolmuş.
  • 2016’da 14.179 işçinin çalıştığı 57 kamu işyerinde 2 grev olmuş, 299 işçi katılmış, 1.794 işgünü kaybolmuş. Aynı yıl 5.161 işçinin çalıştığı 45 özel işyerinde 19 grev olmuş, 2.219 işçi katılmış, 96.610 işgünü kaybolmuş.
  • 2017 yılında kamuda 14.722 işçinin çalıştığı 106 işyerindeki grevlere 839 işçi katılmış. Özel sektörde ise 21.812 kişinin çalıştığı işyerlerinde 2.894 işçinin katıldığı grevlerde toplam 131.907 işgünü kaybolmuş.

Emekçi miyiz? Beşeri sermaye miyiz?

Hem devletin resmî belgelerinde hem patron örgütlerinin raporlarında emekçiler için “beşerî sermaye” sözcüğü kullanılıyor. İnsan kaynağı sözcüğüne alışmıştık, işi bir adım daha öteye taşıdılar.

Onların sermayeleri değil, insan olduğumuzu kanıtlayacak bir şeyler yapamazsak işimiz zor.