Siyasal Faziletler ve Yaklaşan TTB Seçimleri

Şimdi okuyacağınız yazıda ister istemez kendimden de bahsedecek, bir miktar “ben” ve “biz” diyeceğim. Hep düşünmüşümdür, böyle yazılarda “ben” demek ne kadar samimiyet ifade eder, ne kadar iticidir kendinden bahsetmek ne kadar erdemli, ne kadar erdemsiz bir tutumdur. Abartılı oranda değilse de, “ben” deme cesaretini gösterenlerdenim makalelerde o yüzden takdir de aldım, yergi de, kendimi dürüst de gördüm, biraz benmerkezci de… Her neyse, geçtiğimiz hafta sonu Düzce’ye, Yalçın Küçük hocamız geldi, bir konferans verdi. Onun konuşmasını izledikten sonra, ne yapsam “ben”leri onun kadar sık kullanamayacağımı düşündüm, rahatladım öte yandan “ben ben” demenin sinir bozuculuğunu bir kez daha yaşayıp azcık ürktüm. Başka bir yandan, “erdemdir” deyip susmak çoğu kez siyasal erdemsizlik olarak dönüp aleyhinize sonuçlar vermekte.

Siyaset ve fazilet ilişkisi garip bir ilişki. Genelde kural şudur: Ne kadar fazilet, o kadar az siyasi başarı. Doğru siyaset ya da siyaseti aşmayı hedefleyen siyaset, bu tuhaf paradoksu da aşmak zorunda, aşmayı hedefler. Siyasal erdemler hiç prim yapmaz mı? Yapar biraz. Ama erdemsizlikler daha çok yapar. Bu yalnızca siyasetteki çoğunluğun erdemsiz olmasından kaynaklanmaz. Siyasete az çok ilgi duyan ve işlerinde, günlük yaşamlarında son derece ahlaklı tutum alan pek çok insan, apaçık siyasal erdemsizlikler gösteren siyasal kişiliklerin peşinden gitmekte bir sakınca görmez. Zaten bu bariz sahtecilikleri de çoğun görmez. Çünkü erdemli insanlar da dahil siyasete bulaşan büyük çoğunluk liderlerde, siyasal kişiliklerde, örgütlerde öncelikle fazilet aramaz. Bir çıkarları yoksa, öncelikle karizma ve güç arar.

Konuyu yaklaşan TTB seçimlerine getireceğim. Bilindiği gibi sol, TTB içinde “Etkin Demokratik TTB” grubuyla örgütlü esas olarak. Etkin Demokratik TTB’nin İstanbul dışındaki örgütlülüğünün geçmişini ve bugününü az çok biliyorum. Ama bu grubun en önemli ayağını oluşturan “Demokratik Katılım Grubu”nun geçmişi ve bugününü çok iyi biliyorum.

Söz konusu grubu 1988’in ikinci ayında sayısı yirmiyi bulmayan bir manga arkadaşla birlikte kurmuştuk. Tabip odası içinde ilk muhalefeti de 1987 yılında asistan hekimler komisyonunu kurarak ve bu komisyonu etkin biçimde çalıştırarak oluşturmuştuk. O zamanki grup ismimiz Demokrat Hekimler’di. Girdiğimiz ilk seçimde 100 kadar oy alarak 100 küsur farkla kaybettik. Ama 1990’daki seçimi aldık. Bir sonraki seçime doğru grubun adı Demokratik Katılım Grubu’na çevrildi. Fakat süreç içinde demokratikliğimizi ve katılımcılığımızı yitirdik.

Demokrat Hekimler’in ve sonrasında DKG’nin ilk yıllardaki çalışma anlayışı neydi? Kurucu üyelerin bir bölümü 1980 sonrasında yeniden toparlanmaya başlayan sol siyasi parti ve gruplara tekrar yaklaşan insanlardı. Bir bölümü benim gibi 1980 öncesi siyasi gruplara girmiş ve sonra bağımsız kalmış, sol siyasi özensizliğe, faydacılığa tepkili unsurlardı. Bir bölümü hep bağımsız kalmış sol, sosyalist hekimlerdi.
Üzerinde yazılı olmaksızın anlaştığımız ve dört yıla yakın bir süre boyunca hayata geçirdiğimiz ilkelerse şunlardı: 1- Tabip odası içinde siyasi-ideolojik ayrılıklarımızı tartışmayacağız. İsteyen bunları dışarda rahat rahat tartışabilir, nitekim zaman zaman tartışıyorduk. 2- Tabip odası bir siyasi kurum değildir, burasının asıl işlevi siyaset yapmak değildir. İsteyen kendi grubuyla veya bağımsız, dışarda istediği kadar siyaset yapabilir. Elbette siyasetin girmediği hiçbir alan, hiçbir hücre yoktur, bunu inkar etmiyorduk. Ama tabip odasının asıl işi siyaset yapmak değildi. Asıl iş olarak yapılacak siyaset sağlık politikalarıyla ilgili siyasetti. O alanda çok etkindik zaten. İlk memur eylemlerinin içinde yer aldık, yeni kurulan SES’i elden geldiğince destekledik. Çok etkin beyaz eylemler gerçekleştirdik. 3- Her üye ve her aktivist öbürüyle eşittir. Bir gruba mensup aktivistin, arkasında bir kalabalık bulunması nedeniyle ötekilerden daha fazla görüş bildirme ve karar verme yetkesi elde etmesine izin verilemez. Yönetim organları oluşturma ve seçilmede, siyasi bir grup mensubu bulunmanın ne ayrıcalık, ne de eksi puan getirmesi gerekir. (Bu nokta demokrasi ve katılım açısından hayati önemdeydi.)

Sonrasında bu ilkeler yavaş yavaş terk edildi. İnsan unutkandır, böyle ilkelerin var olduğu da inkar edildi, çünkü hatırlanmıyordu. (Zaten ilk kuruculardan sadece bir arkadaş DKG’de kalmıştı.) Bunun başlıca nedenleriyse şunlardı: Siyasi parti ve gruplar yeniden toparlanma dönemini atlatmış, görece güçlenmişlerdi kendilerini muktedir görüyorlardı, daha çok muktedir olmak için daha fazla müdahale etmek gerektiğini düşünüyorlardı. Bunun neticesi, oda içinde siyasi gruplar olarak örgütlü bulunmak “artı”lar sağlamaya başlamıştı. “Büyük siyaset” odada da belirleyici duruma getirildi. Giderek tabip odaları aktif gündelik siyasetin içine çekildi. İlk kez bizim hayata geçirdiğimiz “Hastane Temsilcileri Meclisi” (ki bizim en üst karar organımızdı) giderek önemsizleştirildi. Oda yönetim kurulu yeniden her şeyi bilir, her şeyi kararlaştırır konuma yükseltildi. Oradan başkanlık sistemine dek gerilendi. Grup içindeki seçimlerde ve önseçimlerde tek tek üyelerin eşitliği dönemi bitti. Siyasi gruplar arasında baştan pazarlık yapılması ve buna dayanan göstermelik önseçimlere gidilmesi dönemi başladı. İlk yıllarda DKG içinde yer alan İP’li arkadaşlar gruptan koptu.

Ardından bu İP’li arkadaşların ve ulusalcı birliğin yönetimde yer aldığı bir dönem yaşandı. O dönemde İTO, bazı uzmanlık dallarında iyi çalışan, ama katılımın iyice dibe vurduğu bürokratik bir süreçten geçti. Ardından DKG yeniden seçim kazandı ve hala da yönetimde. Ancak TTB gibi İTO da bugün liberal sol politikaların basamağı, platformu durumunda.

Durumu değiştirmek için dört yıl kadar önce DKG içinde “Öteki Oda” denilen bir muhalefet kurduk, yine 20’ye yakın arkadaşla birlikte. Fakat siyasetin belirleyiciliği, önünde durulmaz güçteydi. Grubumuz hızla büyüyeceğine yarı yarıya fire verdi. O dönem yapılan “Ermeni Konferansı”na tabip odasının ev sahipliği yapmasına ve bu kararın üyeler, aktivistler şöyle dursun, yönetim organlarına bile onaylattırılmamasına şiddetle itiraz ettim bir toplantıda. Yönetim kurulunda biz varız, istediğimizi yaparız, dediler. DKG’den ayrıldık. Hem de fire vererek. Niye fire vermiştik?

Bugünkü TTB yönetimi ve aktivistleri, ayrıca pek çok ildeki tabip odaları güzel işler yapıyorlar, inkar etmem. AKP’ye ve onun sağlık alanındaki yok edici uygulamalarına şiddetle direniyorlar, takdir etmek gerekir. Amaa…

İyi işleri mi çok, kötü işlevleri mi tarttığımızda ikincisi ağır basar kanımca. Bugün sağlık alanında gösterilen direnişin en az birkaç misli güçte bir eylemlilik yaratılabilirdi. Bugünkü direniş hükümeti ve piyasacı sistemi biraz rahatsız ediyor, ama asla geriletmiyor. Bunu biliyor ve anlatmaktan çekinmiyorum. Nedeniyse, bugünkü Etkin Demokratik TTB’nin ve DKG’nin izlediği, güçleri bölücü, pasifize edici, boşa enerji savurucu çizgide aranmalı.

Çünkü, 1- Tabip odalarının bugünkü siyasi parti taklidi yapıları ve çalışma anlayışları doğrudan doğal sonucuna vararak üye çoğunluğuyla bağları koparıyor. Ve öte yandan kişisel yaşamda var oluş sorunsallarını tabip odası yönetim organlarında veya bir yerlerinde bulunmakla tümüyle çözdüklerini sanan, bu konumları tahmin ötesi boyutta önemseyen (büyük çoğunluğu 78 kuşağı) dostlarımızın elde ettikleri manevi kazanımlar (ki bir bölümü için maddi kazanıma da dönüşüyor o maneviyat) vazgeçilmez öncelik durumuna geldiğinden, onların bulunduğu ortamlarda söz konusu politikaların yanlışlığını gündeme getirmek mümkün görünmüyor. Aksi halde kırk yıllık kardeşlerimizle aramızda çok pis atışmalar yaşanıyor. Bizim 20 kişilik Öteki Oda Grubu’nun böyle birkaç atışmayla yarının altına inmesini bu açıdan doğal karşılamak gerekiyor.

2- Bugün “iyi hekimlik”, salt hasta yararı gözeten saf hekimlik ölmüş durumda. İlaç ve cihaz şirketleriyle sağlık kurumlarının ve hekimlerin organik ilişkileri geri döndürülmez boyutta. Devletin sağlık harcamalarına ayırdığı pay düştükçe, birçok iyi niyetli hekim, işleri yürütebilmek, kurumu, kliniği ayakta tutabilmek, hastaların mağduriyetlerini biraz olsun giderebilmek için şirketlerle işbirliği yapıyor. Öte yandan yayınları izleyebilmek, kongrelere gidebilmek (ki bir yere kadar ciddi bir zorunluluktur bu) ilaç şirketlerine yakın davranıyor. Buraya kadar işin masum yanı. Fakat bu ilişkiden doğrudan para kazanan çok sayıda hekim bulunuyor. Öte yandan söz konusu genel ilişki, tıptaki tüm doğruların şirketlerin işaret ettiği yönde çizilmesi sonucunu getiriyor. Ticari tıp bilimi, “ticari” ön başlığını hiçbir biçimde kabul etmeksizin nesnel tıp bilimi olduğunu yüzde doksan dokuza kabul ettiriyor.

En son domuz gribi tartışmalarında aldığı tutumla TTB, ticari tıbbın bir parçası olduğunu yeniden kanıtladı. TTB söz konusu ticari tıp sistemine karşı neredeyse hiçbir şey yapmıyor. Aksine birçok TTB kongresi, birçok TTB yayını ilaç şirketlerince destekleniyor.

İş yeri hekimliği diye bir olgu vardır ülkemizin tıp pratiğinde. Bu hekimliğin kurslarını TTB düzenler, iş yeri paylaştırmalarını TTB yapar. Örgütsel ve kişisel temelde hafife alınmayacak bir rant kapısıdır işyeri hekimliği. Marx sanırım burada da haklı çıkar. Siyaset mi öncel, ekonomi mi dedikte, galiba tıp alanında da abartılı ölçüde başat görülen siyaset, ekonomi karşısında nal toplar. TTB’nin bu derece ağır eleştirilmesine karşın hala çok güçlü bir çekim merkezi kalmasının, böylesi ekonomik nedenleri önemsenmelidir.
Kamuda çalışan birçok hekimin muayenehanesi vardır ve birçoğu kamu kurumlarını muayenehaneye hasta çekmek için kullanır. Bilgisizlik, sorumsuzluk, ihmal nedeniyle oluşan hasta mağduriyetleri olağan kabul edilecek ölçüde yaygındır. Rapor yolsuzlukları, gereksiz ilaç ve tetkik yazma yolsuzlukları bazı birimlerde sıradan olgulardır. Vs. vs…
Ve bu satırların yazarı dahil neredeyse hiç kimse söz konusu kirli ortamdan tümüyle ari, “temiz” değildir, böyle durmaya da imkan yok gibidir. Ama bizim gibilerin ötekilerden farkı, söz konusu irinli yaraları işaret etmek, pislikleri hiç değilse azaltacak önlemleri tartışmak, bazı ilkelerde birleşmek için gündem açmak olmuştur hep. Siyasi faydacılığı ön plana çıkaran ana akım sol hekim hareketininse böyle bir amacı var mıdır, yok mudur, şüpheli. Ne var ki bahsettiğim statükocu solculuk onlara, tüm dışlayıcı tavırlarına karşın hekim kitlesinin hiç değilse bir bölümünü yanlarına çekmekte avantaj sağlamakta. Ama aynı statükoculuk onları, “Tam Gün Yasası” örneğinde olduğu gibi, savunulan politikanın haklılığını halk katında kabul ettirmekte zayıf düşürmekte. Halk, TTB’nin savunduklarının, tüm doğruluğuna karşın, ciddi bir samimiyete dayanmadığını bir şekilde fark etmekte.

Tüm kuramsal zırvaların ötesinde, benim somut pratikte gördüğüm başka bir ironik gerçek: İş, siyasi ve ekonomik yarara gelip dayandı mı, katılımcılığa ve kardeşçe demokrasiye karşı statükocu solculuğu savunmaya geldi mi, Troçkisti, liberali, anarşisti, sosyal demokratı, “radikal devrimcisi” hepsi yek vücut hale gelip mevzilerini savunuyorlar.

Çözüm ne? 1- Tabip odalarının sağlık politikaları dışındaki hiçbir politikanın odağı olmadığına sıradan üyeyi ve halkı inandırmak. Hekim örgütleri bir tek savaşa karşı barış politikasının odağı olabilirler. Bu da doğrudan sağlıkla ilgili bir sorundur zaten. 2- Tabip odasına üye olan herkesin bir siyasi gruba mensup bulunsa da bulunmasa da aynı haklara sahipliğini garanti altına almak. 3- Tabip odalarını iyi hekimliğin halk sağlığının tıbbi etiğin ticari tıbba, piyasaya karşı bilimsel tıbbın merkezleri haline getirmek.

Şimdi söyleyin bakalım sevgili okurlar bu üç fazilet ilkesi TTB’de veya DKG içinde bir seçimi kazandırır mı, yoksa kayıp mı ettirir? Böyle bir yazı yazmak hekimlerin çoğuna, sol siyasi aktivistlerin önemli bölümüne yazarını sevdirir mi, onu güçlendirir mi yoksa tam tersi sonuçlara mı yol açar?