Cilveli Liberallerimiz

Libya’ya düzenlenmekte olan saldırı ile yeni bir dönemin açıldığı söyleniyor. Daha da abartarak çağ diyenler de mevcut. Eğer liberaller haklıysa, gelecek nesiller için üzülmemek elde değil. 1980’li yıllardan bu yana açılan çağları, kapanan dönemleri bu çocuklar nasıl öğrenecek onu düşünüyorum.

Fatih misali çağ açıp çağ kapayan lümpen liberallerimiz, gemileri de karadan yürütmek konusunda altta kalmıyorlar. Devrimler, emperyalizmden, demokrasi Obama’dan, insaniyet Sarkozy’den geliyor. Ancak karadan yürüyen gemiler, bizim lümpen liberallerin söyleminde uçan mor fillere dönüşmüş durumda. Uçan fillerin sayısı çok olunca da bu fillerin birbirine çarpması kaçınılmaz oluyor.

Liberallerimizin, emperyalizmi ve AKP’nin neresinden tutunacağını bilemediği emperyal saldırganlığı meşrulaştırmak için dillerine doladığı söylemlerden bir tanesi “ulus-devletin sonu”…

Kaddafi zorbası bombalanıyor. İnsaniyet namına ulus-devletin sınırları ihlal ediliyor. Sınır fetişizmi sona eriyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Hatta hızını alamayan lümpen liberallerden biri, bunlardan hiçbiri argümanlarını inceltmeye alışık olmadığından, adı Birleşmiş “Milletler” olan bir kurumun kararının “ulus-devlet” paradigmasını yerle bir ettiğini yazdı.

Görebildiğim kadarıyla henüz kimse sormuş durumda değil “arkadaşlar, size göre bu ulus-devlet dediğiniz nane takriben yirmi sene önce bitmemiş miydi, bu çığlıklar nedir” diye.

Gerçekten bu sorunun sorulması gerekir. Zira, zaten ortada büyük bir külliyat, hadi herşeyi geçtim bunları yazan, söyleyen kelli felli insanlar var.

Kısaca öyküyü hatırlayacak olursak:

Bundan yirmi sene evvel ulus-devlet bitmiş, havai fişekler, fener alayları ile post-ulusal (postnational) döneme geçilmişti. Post-ulusal dönemde elbette ulus-devlet kullanışsız, arkaik bir mekanizma haline gelivermişti.

O dönem, her şey yerli yerine oturuyordu. Dünyada Sovyet İmparatorluğu’nun dağılması ile hegemonik anlamda yalnız kalan ABD zaten ulus-ötesi bir yapı idi. Öte yandan, ABD’nin hegemonik konumunu tehdit eden Avrupa Birliği giderek uluslar-üstü bir yapıya bürünüyor, ABD’deki pratiği de aşan, onu kendi kültürü ile zenginleştiren bir yeni deney olarak şekilleniyordu. Uzakdoğu (o dönem Japonya) kendi özgün modernleşme deneyimi, daha doğrusu gelenekleri ile modernleşmeyi tam kararında harmanlayan yapısı ve ekonomik gücü ile Avrupamerkezci modellere meydan okuyordu.

Bu dönem aslında marksizmin, modernizmin, Aydınlanma Düşüncesi’nin, bir siyasal sistem olarak sosyalizmin ve nihayet tarihin sonunun ilan edildiği bu dönemdi ve bu “bitiyor bitiyor” diye bağırılan akşam pazarından nasibini ulus-devlet de almıştı dersek dönemin ruhunu daha net anlatmış oluruz.

Tabii bundan sonra, marksizmin ölmediği, zira kapitalizmin anlatıldığı gibi rahata ermediği, en sistemli eleştirisinin de sırf bu nedenle bile ayakta kalabileceği, tarihin sonunun falan gelmediği, postmodernizmin modernizme kesinkes galebe çalmadığı meydana çıktı çıkmasına da lümpen liberallerin karın ağrısı bu durum karşısında iyice depreşti.

Bundan sonra her gelişme karşısında aynı çığlıkları atmaya başladılar: Marksizm bitti, sosyalizm bitti, Aydınlanma bitti, ulus-devlet bitti…

Pekiyi neden liberaller ama özellikle bizim lümpen liberallerimiz her şapkadan aynı tavşanı çıkarmaya başladılar?

Bunun için iki temel sebep sıralayabiliriz.

Bunlardan ilki, Soğuk Savaş sonrası yeniden yapılanma sürecinde yani ’90’lı yıllarda söz konusu argümanlar liberal ideolojinin çeşitli versiyonları içinde o kadar öne çıktı ki bu ideolojinin kendisini ikame eder duruma geldi. Yani artık bütünlüklü, sınırları belli bir liberal ideolojinin yerini anti-marksist, anti-modernist, anti-Aydınlanmacı, anti-tarihselci bir pragmatizm aldı ki bunun en genel adına postmodernizm diyoruz.

Bu pragmatizm içinde ulus-devletin eskimişliği ve kullanışsızlığı tezi işlevselci biçimde yer buldu kendisine. Bir yandan merkez kapitalist ülkeler güçlenip, dünya çapında bütün kurumları ile ulus-devletlerin sayıları artmışken ulus-devletin bitişine yapılan vurgu, hem bağımlılık mekanizmalarının gizlenmesi hem de yeni jeo-stratejik konfigürasyonlar için gerekliydi.

Dolayısıyla, liberallerin bu argümanların sürekli tekrarlanmasından başka bir yolu yoktu. Liberallerin argümanları bitince, bunların Türkiye’deki mümessilleri olan devlete kapılanmış lümpen liberallerin hiç şansı kalmadı. Yerli yersiz bağırmaları bu nedenledir.

İkinci olarak, bir türlü kapanmayan liberal akşam pazarının kurulmasındaki neden liberalizmin ideolojik olarak kendisini sürekli felaketler ile gerekçelendirmesidir. Merak eden, tarihte kaç kere Avrupalı liberal entelektüellerin büyük bir kararlılıkla“buraya kadar” dediklerini gözden geçirebilir. Liberalizm ideolojik gücünü aslında bu büyük felaket senaryolarından ve bundan çıkardığı apokaliptik anlamlardan alır. Amaç, kendisini doğallaştırmak, alternatifsizleştirmek, tarihsizleştirmek ve bu doğrultuda ebedileştirmektir.

Bunun için en iyi fırsat, 1990’lar olmuştur. 20. yüzyılın bütün insani felaketlerinin üzerine örtülebilecek ve ona bir ideolojik kılıf olabilecek bir çeşit kıyamet günü… İkinci Savaş sonrası bu denenmişse de çok başarılı olunamamış, ancak bu dönemdeki birikim ’90’ların büyük felaket senaryosuna, ardından da 11 Eylül sonrası sürece aktarılmıştır.

Bu durum, bizim lümpen liberallerin yerli yersiz bağırtılarını açıklar mı, söz konusu onlar olduğunda durum böyle bir teorizasyona açık mı derseniz, o zaman diyecek şundan başka bir şeyim kalmaz:

Eşeğe cilve yap demişler, tekme atmış.