Siyasetsiz Siyaset ve Faşist Anti-faşizm

Bundan bir kaç sene önce Gelenek’te siyasette belagâtin sonunun geldiğini yazmıştım. Bu sözün değil tutarlı, bütünlüklü söylemlerin etkisizleşmesi anlamına geliyordu. Böyle bir atmosferde gerçeklik algısı ve akıl büyük bir yıkıma uğrarken, en çok bağıranın en doğruyu söylemesi kaçınılmaz hale geliyor.

Günümüz Türkiyesi’nde bir konuda aynı anda her şey söylenebiliyor, birbirini tamamen dışlayan tezler dahi eşit ağırlıkta doğrularmış gibi sunulabiliyorsa, bunun başka bir anlamı olamaz. Belagât bitmiştir.

Söz konusu durumun bizi yakından ilgilendiren çeşitli yansımaları mevcut. Bunlardan belki de en önemlisi siyasetin kendisinin depolitize olması ve bir çeşit manipülasyon, gündem/kriz yönetim aracına indirgenmesidir. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, kararlı siyasal programlar, ilkeler, bunlardan devşirilen duruşlar ve buna dayanan siyaset tarzı makbul olmaktan çıkmış, marjinal bir konuma iteklenmiştir. Bu siyasi tarz gözden düştüğü, siyaset depolitize olduğu için siyasi hatların bütünlüğü de gözden kaçmaktadır.

İşte bu nedenledir ki, solda bile köşeleri belli bir AKP tanımına uzunca bir süre ve aslında hâlâ ulaşılamadı. Gelinen noktada solun AKP’ye belli bir mesafede durmasının sebebi solun AKP’yi ve AKP projesini bütünlüklü biçimde kavramasından değil, AKP’nin kendisini büyük bir kuvvetle topluma dayatmasından kaynaklanıyor.

Benzer süreç, -“bu kategoride kim var” diye sormayacağınıza güvenerek yazıyorum- “samimi liberaller” için de geçerli denebilir. Böyle bir durumda da şu çelişkili tespitler kaçınılmaz hale gelmektedir:

AKP çeşitli faşist uygulamalara imza atarken aynı anda demokratik olabilmekte, Erdoğan ağzını her açtığında kin kusarken hâlâ halkçı olarak anılabilmekte, KCK operasyonunu geçiyorum, Tatlıses’te bıraktığı araz milletvekilliği olan suikast dahi BDP’den başlayarak Kürt hareketinin sırtına yüklenmeye çalışılırken, Kürt sorununun çözümü için hâlâ AKP’ye gözler çevrilebilmekte, her fırsatta “zaten neoliberal” denen AKP, “marksistler” tarafından “ekonomiyi geliştiriyor” diye alkışlanabilmektedir.

En yakın örnek de çarpıcıdır: AKP, “yeni Osmanlıcı” bir dış politika izlemektedir ve bölgede jandarmalığa soyunmaktadır ama Libya’da halkın imdadına koşmuş, Avrupalı kolonyalistlerin yoluna taş koymuştur.

Alt alta yazınca saçma görünse de kimi köşe yazarlarının ardışık yazılarını birlikte okuyunca bu çelişkili değerlendirmelere denk gelmek pek mümkün.

Bunun anlamı an’ın süreç’e galebe çalmış olmasıdır. Ham filmi başından sonuna kadar izlemek yerine sürekli fotoğraflara (üstelik aşırı derecede rötuşlanmış) bakarak siyasal süreci analiz etmeye çalışınca ortaya böyle garabet çıkmaktadır.

Sol, süreci bütünlüklü biçimde analiz edemediğinde doğruda durmaya çalışsa bile mücadelesinin eksenini yitirmekte ve sol siyaset bir kısırdöngü içinde “kendi kuyruğunu kovalar” hale gelmektedir. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasının yaratmış olduğu siyasal tepkilere bakmak ne kastettiğimi anlatmama yardım edebilir.

Artık söz konusu operasyonların Emniyet ve Yargı içindeki Fethullahçı örgütlenme tarafından yürütüldüğü şüphe götürmez biçimde ortaya çıkmıştır. Ancak bu operasyonlara karşı tepkilerin bütünlüklü bir sorgulamaya yönelmek yerine, içi boş, üstelik neredeyse cemaat medyasının dört koldan yürüttüğü karalama kampanyalarının işine yarayacak biçimde “basın özgürlüğü” sloganına bağlanmış olması, bahsettiğim kuyruğunu yakalamaya çalışma problemine bir örnektir.

Dolayısıyla AKP programının ve AKP’nin yürütmüş olduğu dönüşümün kapsamlı bir eleştirisi yapılmadan atılan her adım mevcut iktidarın şekilsiz ve bundan dolayı çekim gücü yüksek ideolojisine eklemlenmektedir ve onu kuvvetlendirmektedir. (*) Sonuç, liberal demokrasinin sığ sularında çırpınmaktan ötesi değildir.

Bir de bu atmosferden beslenen “siyasal doğruculuk”, pek moda tabirle söyleyecek olursak ‘politically correct’ olma hali var. Solun bir hastalığı da diyebiliriz… Siyasal doğruculuk, bir yandan bu atmosferden beslenirken, bir yandan da siyasetin depolitizasyonuna katkıda bulunmaktadır.

Sanki böyle bir zorunluluk varmış gibi her siyasal gelişme karşısında “en doğru”yu söyleme gayreti, giderek her gelişme karşısında bir “otorite”, bir “hakem” olarak konumlanmayı beraberinde getirmektedir. Oysa böyle bir konum siyaset yapmayı imkansız kılmaktadır. Hemen her olayda karşımıza çıkan akıl almaz mantık silsilesinin sebebi, bana kalırsa, bu siyasal doğruculuk merakıdır. Fazlalıkları atarak söyleyecek olursam, soldaki siyasal doğruculuk merakından şöyle bir mantık silsilesi çıkmaktadır:

1. (Birinci tespit) AKP, şunu yapıyor. Ve bu kötüdür.
2. (Birinci sorgulama) AKP, zaten burjuva partisi. Ne bekliyoruz?
3. (İkinci tespit) Diğer burjuva partileri de zaten aynısını yapardı.
4. (İkinci sorgulama) Zaten bunları esas olarak Genelkurmay yapmadı mı?
5. (Ara sonuç) Bugün askeri vesayete karşı bunlar yapılıyorsa, bu mevcut vesayetçi yapının etkisinden kaynaklanmaktadır.
6. (Üçüncü tespit ve sorgulama) Sol da zamanında şu hataları yaptı.
7. (Bonus puan getiren argüman) Sovyetlerde de şöyle yapılıyordu.
8. (Sonuç) Yeni bir sol tarifi gerekir.

“Böyle saçmalık olur mu?” demeyin. Olan bitenin şematize edilmiş hali budur.

Facebook’ta kurulan “Ahmet Şık'ın Kitabı Bende de Var” isimli 100 bin kişilik grupta kerli ferli bir eski komünistin konuya ilişkin başka tek bir kelime etmeden, bu 100 bin kişiye hitaben “Stalin kendi kitaplarını bile yasaklatmıştı” yazması, illa bir akıl atfedeceksek, olsa olsa böyle bir akıl yürütmenin ürünüdür bana kalırsa.

Bu akıl yürütme neticesinde AKP’nin (ve cemaatin) gerçekten AK Parti haline geldiğini (ve cemaatin aklandığını) söylemeye gerek bile yok. Ancak, siyasal doğruculuğun sonuçları burada kalmıyor. Zira, AKP ve cemaat, bu mekanizmanın, sol ve entelektüel kesimler üzerindeki etkisini farketmiş durumda ve bunu uzunca bir süredir muhalefet kanallarını kurutmak için kullanmakta, bu vasıtayla ülke gündemini cendereye almaktadır.

Son çıkan GATA görüntülerinin üzerine söylenecek çok şey var. Görüntüler, bir NAZİ toplama kampını andırmaktadır. Türkiye’nin ancak devrim ile temizlenebileceğini ayan beyan göstermektedir bu görüntüler. Ancak, gündeme getirmek istediğim nokta bu değil.

Bir büyük komplo yuvası haline gelmiş olan Türkiye’de 2008’de çekilmiş görüntülerin yahut 2009’da tebliğ olarak sunulmuş “araştırmanın” tam da bugün gündeme gelmesi tesadüf olarak görülebilir mi?

Bu en fazla ÖSYM’nin harem-selamlık uygulaması kadar tesadüftür.

Mesele kısaca şudur:

AKP ve cemaat, Ergenekon sürecinin kaybolan toplumsal meşruiyetini bu görüntüler vasıtasıyla biraz olsun toparlamaya çalışmaktadır. Bunu da son günlerin popüler sloganı olan “Ha imamın ordusu ha Kemal’in ordusu” biçiminde özetleyebileceğimiz “siyaseten doğru” sloganın sağladığı zemin üzerinde yapmaktadır. Kurulan bu terazide, ağırlığı imamın ordusundan bir kez daha Kemal’in ordusuna kaydırmaya çalışmaktadır.

Daha kısa söyleyecek olursam AKP, kendi faşizmini, başka bir faşizmle perdelemeye çalışmaktadır.

Buradan sol için ekmek çıkmaz. Bu hat üzerinde sol siyaset üretilemez. Sosyalistler, komünistler bu manzaraya bakıp düzenin bütün pislikleri ortaya dökülüyor diye alkış tutamaz.

Zira, Türkiye’nin otoriter bir mecraya taşınmasının yanı sıra, faşizm, faşizmle örtülürken bütün toplumsal doku iltihaplanmaktadır. Bu operasyon neticesinde ülkemiz kapkaranlık bir kör kuyuya dönmektedir.

Bu atmosferden demokrasi değil, çıka çıka idam tartışmaları çıkmaktadır.

Şimdi cevabını beklemeden şu soruyu soranlar çıkacaktır: Ne yani “Kemal’in ordusunu” mu savunuyorsun? Ve çıkışacaklardır: Ya o çocuklar senin bir yakının olsaydı?!

Bunu söyleyenlere iki tavsiyem olacak. İlki, bu yazıyı sakin kafayla baştan okuyun. Hâlâ olmadıysa Türkçe bilen birinden size yazıyı tercüme etmesini rica edin. İkincisi, bir aksilik olmazsa “sol teolojiyi” ele alacağım bir sonraki yazımı bekleyin.

(*) 29 Ocak 2009 tarihli soL’da şöyle söylemiştik: “Totaliterlik ya da otoriter yönelim konusunda açık ve net tanımlara kavuşmamız gerekiyor. Zira şu anda "korku imparatorluğu", "neo-faşizm" gibi gündelik dile yerleşmeye başlayan tanımlamaların taşıdıkları bir "öz" var. (…) Söz konusu tanımlar "has liberalizm"in diğer ideolojilere üstünlüğünü verili kabul ediyor. (…) Dolayısıyla son süreçte tuzaklar bir değil ikidir. "Ergenekon söylemi" çok özel bir biçimde toplumu ve siyasetin ibresini sağa çekerken, "Ergenekon söylemi"nden kaçarken "doluya tutulmak" ve "has liberaller"in kucağında soluklanmak pek mümkün.” Geçtiğimiz iki hafta Aydemir Güler, söz konusu tehlikenin artarak yerleşmeye başladığına dikkat çekti. Liberallerin feveranını ve bu feveranın ortak noktası olan ”Bu kadarι da olmaz” söyleminin tehlikesini net biçimde açıkladı.