“İdeolojinin deli gömleği”

Sıfatı konusunda artık emin olmadığım Tayyip Erdoğan, benim sayabildiğim kadarıyla son bir hafta içinde üç kez kimi kesimleri “ideolojinin deli gömleğini” giymekle ya da ülkeye bu gömleği giydirmekle itham etti. Sanıyorum Sümeyye Sultan da benzer bir açıklamada bulunmuştu.

Ben bu yazıyı kaleme alırken konu ile ilgili açıklama yapmak yerine içine kaçmış olan Tosun Paşa, YSK’nın akla ziyan kararının ardından ortaya çıkan gelişmeleri de benzer bir tondan değerlendirecektir diye tahmin ediyorum.

Daha önce de pek çok kez farklı odaklar için bu suçlamada bulunmuş ve AKP hükümetine dönük eleştirileri “ideolojik olma” suçu ile mahkum etmişti.

“İdeoloji”nin pejoratif anlamda kullanılması hemen hemen tüm lümpen siyasal akımların ortak özelliği durumunda. Bu söylemin esas amacı, eleştirilen siyasi akımların ya da eylemlerin genel olarak sol özel olarak da marksizm ve hatta daha korkunç olduğuna inandıkları “marksizm-leninizm” ile ilişkileri ima edilerek bu akım ya da eylemlerin kriminalize edilmesi.

Kriminalize edilmesinden kastımız nedir?

Bunun iki boyutundan söz etmek mümkün. İlki, marksizm, “zamanın ruhunun yasaları karşısında mahkûm olduğu” varsayımından hareket ederek kriminalize edilmektedir. İdeolojilerin sonunun geldiği bir çağda, hâlâ bu ideolojilerden deli gömleğini en hakedenlerinden biri olan marksizm ile ilişkilendirilebilmek neresinden baksanız büyük suç.

Burada şu bildik parantezi açmak gerekir: İdeolojilerin öldüğü, sonunun geldiği tezinin kendisi de bir ideolojidir. Hem de kökleri oldukça eskiye giden bir ideoloji. Bunun arka planında kapitalizmin tarihsiz ve insanlığın doğal durumu olduğu tezi yatmaktadır.

Marx’ın da kapitalizm eleştirisinde ilk karşısına aldığı tezlerden bir tanesi budur. Söz konusu eleştirisinde Marx, burjuva siyasal iktisatçılarını iki din ihtas eden teologlara benzetir. Birinin kul yapısı din(ler), birinin de gerçek semavi din olduğunu söyler ve devam eder: Burjuva aydınlara göre “bu ilişkiler zamanın etkisinden bağımsızlaşmış doğal yasalardır. Bunlar toplumu daima yönetmesi gereken ölümsüz yasalardır.”

Gelelim meselenin ikinci boyutuna.

İkinci boyut, egemen sınıfın marksizme ilişkin kanaati ile ilişkili. Egemen sınıf için iki marksizm söz konusudur. Bunlardan ilkine onların görmek istedikleri marksizm, diğerine ise gördükleri marksizm diyebiliriz.

Egemen sınıfın görmek istediği marksizm, devrimci iddialarından arınmış bir sosyal bilim paradigmasıdır. Bir çeşit sınıflar mücadelesi teorisi ya da öğretisi de denebilir. Öte yandan, egemen sınıfın gördüğü marksizm ise bütün insani ve etik değerleri siyasal amaçları uğruna gözden çıkarmak konusunda tereddüt etmeyecek kriminal bir ideolojidir. Zira, egemen sınıfın kendi iktidarının sonu anlamına gelen sosyalist devrim, bir avuç provokatör tarafından ortaya çıkarılan kanlı bir eylemdir, kaostur. Dolayısıyla, sınıflar çatışması kuramının mantıksal ucu olan proletarya diktatörlüğü noktasında egemen sınıfların kabusu olan marksizmin sınırlarına giriyoruz demektir.

Terry Eagleton, son çalışması olan Why Marx was Right (Marx Haklıydı Zira - 2011)’da bu konu üzerine kafa yoruyor (Bölüm 8). Eagleton’un da haklı biçimde gösterdiği üzere egemenlerin “barışçıl reform” ve “kanlı devrim” algıları tarihsel gerçeklik testinden sınıfta kalmaktadır.
Tarihsel açıdan bakıldığında kimi reform talepleri, devrimlerden çok daha şiddetli karşı karşıya gelişlere sahne olmuşken, tarihin en büyük devrimlerinden biri olan Ekim Devrimi -emperyalistlerin işgali ve karşıdevrimcilerin saldırısı ile alevlenen İç Savaş’ı saymazsak- neredeyse kan akmadan gerçekleşmiştir. Tersinden düşünecek olursak, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki karşıdevrimlerde de şiddet öğesi marjinal düzeyde kalmıştır. Yani “ideolojinin deli gömleği”ni giyen eylem ve örgütler egemenler için şiddet ve kaosla aynı anlama gelen bir ideoloji ile ilişkilendirilmektedir.

Dolayısıyla “ideolojinin deli gömleği” suçlaması ile bir hareket, güncel ve tarihsel anlamda mahkûm edilmiş olur.

Batı akademyasında solcu akademisyenlere ve sosyalist ülkelere ilişkin çok yaygın olan bu suçlamanın Erdoğanca’ya ithali kim tarafından yapılmıştır bilemiyorum, ancak bu durum başka bir soruyu beraberinde getiriyor:

Erdoğan ve şürekası neden kendisini sürekli marksizm karşısında konumlandırmak gereği hissediyor?

Bu soruya oldukça genel birtakım yanıtlar verilebilir. AKP’nin burjuva niteliği, emekçi düşmanlığı yahut işbirlikçiliği bu durumu ancak belli bir noktaya kadar açıklayabilir. Zira AKP’yi ciddi anlamda baskılayacak bir marksist gelenek ya da hareketten söz etmek şu an için mümkün değildir.

Meseleyi esas olarak açıklayan nokta kanaatimce şöyle özetlenebilir: Türkiye’deki siyasal sistem hâlâ Soğuk Savaş yıllarında kodlanmış, belirleyici kadrolar bu yıllarda yetişmiş durumdadır. Bu nedenle, Türkiye’de düzen siyasetinde çuvala bir türlü sığmayan mızrak her halükârda anti-komünizm olmaktadır.

Soğuk Savaş’ın kilit ülkelerinden biri olan Türkiye’de bu dönem toplum üzerinde de büyük bir deformasyona neden olmuştur. Bu nedenle, Erdoğan toplumun dokusuna işlediği varsayılan antikomünist duyarlılıklara hitap etmeyi de hedeflemektedir.

Ancak, Erdoğan’ın endişeleri büsbütün hayali değildir.

Türkiye’de düzen siyaseti sınıfsal aidiyetlerine paralel olarak korkaktır. Egemen sınıftan, korkaklık genlerini miras almıştır. Günümüzde düzen siyasetinde o denli homojenleşme yaşanmıştır ki buradan AKP’ye bir alternatif çıkmayacağı matematiksel kesinliğe yakın biçimde söylenebilir. Dolayısıyla, “ideolojinin deli gömleği” umacısı ile Erdoğan, merkezkaç etkisini ve sol tepkileri marjinalize etmek istemektedir ve olası bir sol çıkışa karşı gardını düşürmemek gayretindedir.