12 Eylüller: İlki ve İkincisi

12 Eylül’lerden ilki, basit bir askeri müdahale değildi bilakis bir toplumsal/siyasal projenin başlatıldığı gündü: “Türkiye’nin sağcılaştırılması” projesinin başlatıldığı gün!

Darbeden dokuz ay önce 24 Ocak kararları açıklanmış Türkiye yönetici sınıfı, dünya kapitalist sistemine bundan böyle liberalize edilmiş bir ekonomi modeliyle eklemleneceği ilan etmişti.

Liberalleştirilmiş bir ekonomi modeli Türkiye kapitalizminin küresel ölçekte rekabetini gerektirmekteydi rekabet ise düşük işçi ücretleri, sendikasız ve güvencesiz çalıştırma, taşeronlaştırma, sosyal devletin tasfiyesi ve piyasaya açılmış eğitim, sağlık, sosyal güvenlik demekti.

Türkiye soluna, işçi sınıfına ve bütün bir toplumsal muhalefete bu nedenle savaş ilan edildi. Liberal ekonomi politikaları ancak örgütsüz bir işçi sınıfının ve güçsüz bir sol muhalefetin olduğu bir ülkede hayata geçirilebilirdi çünkü. Darbe en çok da bu nedenle solun üzerinden bir silindir gibi geçti.

Ancak solun ve sınıf hareketinin ortadan kaldırılması yeterli değildi, siyasal alanda bir daha asla güçlü bir şekilde var olmamaları için “önleyici tedbirler”in de alınması gerekiyordu. Türk-İslam Sentezi bunun bir sonucu olarak ortaya çıktı: Dinselleştirilmiş ve milliyetçileştirilmiş Türkiye toplumu bir daha asla “sapkın ideolojilerin tuzağı”na düşmeyecekti.

Solu yok eden 12 Eylül, Türk sağına ikbal kapılarını sonuna kadar açtı ders kitaplarıyla imam-hatipleriyle, Kuran kurslarıyla, zorunlu din dersleriyle, holdingleştirdiği cemaatlerle, yeşil sermayeyle, Türk sağı palazlandırıldı, Türkiye toplumu hızla gericileştirildi, sağcılaştırıldı.
Sendikasızlaşmayla, taşeronlaşmayla, sefalet ücretlerine mahkûmiyetle, sağcılaşma ve gericileşme arasındaki ilişki tesadüfî değildi Türkiye burjuvazisi açısından ilk sayılanlar ikinci sayılanları zorunlu kılıyordu çünkü.

12 Eylül’ün Türk sağına açtığı kapıdan merkez sağın partileri ANAP ve DYP girdi, İslamcı Milli Görüş ve Refah Partisi girdi, “fikri iktidarda kendisi zindanda” olan milliyetçi MHP girdi.

ANAP ve DYP’nin tasfiyesi ile oluşan merkezdeki boşluk AKP ile dolduruldu. Milli Görüş’ün son partisi olan Saadet Partisi siyasi varlığını devam ettiriyor, MHP bünyesinden BBP gibi İslamcı-milliyetçi bir parti çıkardı ve varlığını devam ettiriyor, BBP de “reis”in ölümüne rağmen siyaset sahnesinde yer almaya devam ediyor.

Tüm bu partilerin oy oranları üst üste konulduğunda 12 Eylül’ün başarılı bir operasyon olduğu görülebiliyor, Türk sağı bugün Türkiyeli seçmen kitlesinin oylarının yüzde yetmişine yakınını alıyor, yerel yönetimleri büyük ölçüde elinde tutuyor ve özellikle taşrada bütün bir iktisadi/siyasi/toplumsal yapıyı kontrol ediyor.

12 Eylül’lerden ilki Türkiye’nin sağcılaştırılması projesi ise, ikincisini de “sağın sonsuza kadar iktidara kalması projesi”nin bir parçası olarak tanımlayabiliriz. Bu bağlamda, 12 Eylül’ün açtığı kapıdan giren Türk sağının bütün unsurlarının, MHP tabanı da dâhil, ikinci 12 Eylül’de “evet” cephesinde yer alması bir tesadüf değildir, söz konusu olan varoluşsal bir konumlanış ve tarihsel bir zorunluluktur.

Türk sağı, referandumun 12 Eylül 1980’i oylamak ve olumlamak anlamına geldiğini kavramış ve varlığını borçlu olduğu bu darbeyi otuz yıl sonra bir kez daha kutsamış, darbeye ve darbecilere bir kez daha şükranlarını bildirmiştir.

Ancak mesele sadece bu değildir. Türk sağının AKP dışında kalan unsurları, referandumda AKP/cemaat koalisyonu eliyle yürütülen yeni rejim inşasına da “evet” demişlerdir. 2.Dünya Savaşının hemen sonrasında batı bloğuna kayıtsız şartsız biat etmeyle başlayan “cumhuriyetin uzun intiharı”nın geldiği noktada, ki buna bir tür bitkisel hayat da diyebiliriz, yaşam destek ünitesinin fişini çekmek bütün unsurlarıyla Türk sağına düşmüştür.

AKP/cemaat öncülüğündeki Türk sağı, büyük olasılıkla, 2011 seçimlerine anayasayı değiştirecek sandalye sayısını elde etme hedefiyle bir blok halinde –ve elbette ki iyice güçten düşürülmüş bir MHP’yle- girecek, anayasayı değiştirecek ve 2010 yılında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde halka başkanlık sistemini oylatacak, rejimi değiştirme mücadelesini böylece nihayetlendirecektir.

Sağın sonsuza kadar iktidara kalması projesi ile kastettiğimiz tam da budur. Türk sağı, yüzde altmış sağ ve yüzde kırk sol dengesine güvendiği ve bu dengenin bozulmayacağına inandığı için devlet başkanlığı sisteminin sağın sonsuza kadar iktidarda kalmasının garantisi olduğunu düşünmektedir.

Peki ikinci 12 Eylül’de “hayır” diyenler, buna boykotu da ekleyelim, “hayır” ve “boykot” diyenler kimlerdir?

“Hayır” diyen yüzde kırk ikinin, esas olarak, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde AKP/cemaat projesine, yani yeni rejim inşasına “hayır” dediklerini söyleyebiliriz.

Bu toplam açısından söz konusu “hayır”ın çeşitli gerekçeleri olabilir. Bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist bir tutum, cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkma, yaşam tarzına yönelik bir saldırı algısı, milliyetçilik vs. gibi sayısız etken bu kararda etkili olmuştur. Yine de çok açık bir şekilde belirtebiliriz ki, bu yüzde kırk ikilik dilimin, MHP’ye ait olması muhtemel yüzde yedilik dilimini çıkardığımızda elimizde yüzde otuz beşlik bir potansiyel sol kitle kalmaktadır.

Bununla Türkiye toplumunun yüzde otuz beşinin sosyalist olduğunun kastedilmediği açıktır, kastedilen söz konusu toplam ve yaşadığı coğrafyanın solun kök salabileceği, örgütlenebileceği ve kendi siyasi projesine eklemleyebileceği bir görünüm arz etmekte olduğudur.
Boykot diyenler de, ki neredeyse tamamı Kürtlerden oluşmaktadır, benzer bir şekilde, AKP/cemaat projesine “hayır” demişlerdir. Çünkü AKP/cemaat projesinin Kürt sorunu başlığındaki temel hedefi PKK/BDP çizgisini tasfiye ederek bölgeyi dinciliğin ve Barzaniciliğin güdümüne sokmaktır. Kürt hareketi 12 Eylül günü buna olan itirazını açık bir şekilde dile getirmiştir.

Peki hayır ve boykot diyenler söz konusu olduğunda Türkiye solu açısından temel sorun tam olarak nedir?

Sorun her iki toplamın siyasal temsilcilerinin de Türkiyeli emekçilere yönelik bir projesinin, bütünlüklü bir projesinin olmamasıdır. Bu ise “hayır” diyenleri Türk milliyetçiliğine ve “boykot” diyenleri de Kürt milliyetçiliğine itmek anlamına gelmektedir. Ülkenin batısında yaşayan “hayır”cılar arasında Kürt düşmanlığı hızla büyümekte ve Kürtler de cumhuriyetçi olarak adlandırabileceğimiz kitleleri giderek daha yoğunlaşan bir şekilde düşman olarak görmektedir.

Türkiye soluna düşen görev, “hayır” diyenlerle “boykot” diyenler arasındaki asgari siyasal bir ortaklaşmanın sağlanması ve bunun araçlarının yaratılması için kafa yormaktır.

“Hayır” ve “boykot” oylarının toplamının yüzde yüze yaklaştığı Dersim’le, en çok “hayır”ın çıktığı Kırklareli, Edirne ve Tekirdağ… Solun bu iki coğrafyanın insanlarını ortaklaştırabilecek, onları yeni bir cumhuriyet fikrinde birleştirecek, kısacası ülkenin iki yakasını bir araya getirecek bir siyasal strateji oluşturması, bunu hedefleyen bir siyasi projeyi Türkiye toplumunun önüne getirmesi gerekmektedir.
En ütopik ve tam da bu nedenle en gerçekçi olan budur.