“Yeni sol arayışları” üzerine…

Sürmekte olan bir tartışmaya dışardan, hele bağlamını ve taraflarını iyice anlamadan katılmak çok riskli bir iş. Kemal Okuyan’ın “yeni bir sol tasarlamak” ve Metin Çulhaoğlu’nun, “Böyle bir sola var mısınız” yazıları benim için tam da böyle bir durum oluşturuyor. Ama ben de bu konularda düşünmeye çalışan biri olarak, bu yazıları bahane edip, düşünmeye “yüksek sesle” devam etmeyi denemek istiyorum.

Kısa bir tekrar

Tekrarlamak olacak ama, “sol” kavramına ilişkin düşüncelerimi, daha önce şöyle özetlemiştim:

“Sol”, bir tarafta egemenin, muktedirin kurup dayattığı iktidara karşı ezilenin, sömürülenin, haklarından mahrum bırakılanın yanında olmaya, onların yaşam koşullarını iyileştirmekten, “iyi devletten” yana olmaya çalışır. Böylece kapitalizmi daha yaşanabilir, devleti daha az baskıcı, temsil ilişkisini, özgürlükleri daha geniş kılmayı amaçlar. Ama her zaman kapitalizmim ufkunun içinde kalmak koşuluyla. “Sol” kapitalist realist bir hipoteze sahiptir. Kapitalizmi bir realite olarak kabul eder.

Komünizm ise, ezilenler ve ezenler ilişkisini, kapitalizmi ortadan kaldırmaya bu kategorilerin geçerli olmadığı bir yeni ucu açık dinamik bir “yapıya” ulaşmaya ilişkindir.

Özetle ve kabaca, sol, ezenlere ezilenler arasındaki dengeyi ezilenlerden yana kurmaktan, iyileştirmekten yana olmakla ilgilidir. Komünizm bu dengeyi oluşturan ilişkiyi ortadan kaldırmayı amaçlar. Sol devleti iyileştirmeyi arzular, komünizm devletin olmadığı bir yere ulaşmayı…

Son tahlilde, “yapının” devamının sorgulanmaya başlandığı noktada, sol, toplumsal muhalefeti, protestoyu ve isyanı, örgütler, pasifize eder, yapının içinde kalmasını sağlar. Komünizm, her aşamada, ilk ve son tahlilde bu muhalefetin güçlenmesi, önünün açılması, hızlanması, yapının sınırlarından taşması için çalışacaktır.

Bu açıdan egemen sınıf ve temsilcileri açısından, “sol”, komünizme karşı bir sigorta ve bir gerekliliktir. Her “yeni dönemde” bu “sol” yeniden, muhalefetin olası biçimleri, kendini açığa vurmaya başlayan yeni talepleri, beklentileri ve öfkesi, göz önüne alınarak, medyanın, popüler kültürün, egemen ideolojinin söylemleri tarafında, “yeni sol” olarak tanımlanacak, onurlandırılacak, iktidar koridorlarının kapısına kadar gelmesine (asla içeri alınmadan, ama “bir gün ben de içeri girebilirim” hayali asla söndürülmeden) izin verilecektir.

“Sol” hep, “yeni sol” olarak bir uyum sağlama sorunuyla karşı karşıya kalacak, uyum sağlamayanlar, medyanın yardımıyla tasfiye edilecekler yerlerine gelen yeni liderler “yeni sol” bayrağını üstleneceklerdir, ta ki sermaye sınıfı onların karşısına yeni taleplerle gelene kadar...

Komünistler açısından sorun, bir “yeni komünizm” bulmakla, icat etmekle değil, “yeni koşullarda” komünizm için mücadeleye devam etmenin, taktik ve stratejilerini düşünmek ve formüle etmekle ilişkilidir.

Geçmişin ve geleneğin önemi

Filozof Santayana’nın dediği gibi “geçmişi anımsayamayanlar onu tekrarlamaya mahkumdurlar”. Bu uyarı bizim için iki açıdan önemli. Birincisi, biz tarihsel bir hareketin parçasıyız. Biz, aynı zamanda o hareketin bu zamanki haliyiz. Öyleyse bize ait olan muazzam bir uluslararası ve ulusal deneyimler, düşünceler mirası var. Kimliğimize sahip çıkabilmemiz için bu mirasa sahiplenmemiz, onu öğrenmemiz, bizden önceki devlerin omuzlarına basarak yükselmeye çalışmamız gerekiyor.

Diğer taraftan, bu tarihsel hareketin geçmişi, düz bir çizgi gibi, gelişerek ilerleyen bir süreç değil. Bu “geçmiş” birbirinden, sert kopuşlarla (olaylarla) ayrılan, farklı yapısal özelliklere sahip “zaman blokları”ndan oluşuyor. Komünist hareket, her zaman temel karakterini(ilkelerini) korumakla birlikte (eğer korumasaydı, tarihinden söz edilebilecek bir hareket olmazdı), bu “zaman blokları”nda, bu blokların yapısal özelliklerine bağlı olarak şekillenerek varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bu “zaman blokları”nı tanımlayabilmek de bize, komünist düşünceyle, maddesi ve nesnesi arasındaki ilişkileri anlayabilme olanağı sunuyor. Böylece her “zaman bloğu” içinde hareketin önüne koyduğu sorunları, bunlara verdiği cevapları başarılarını ve yetersizliklerini düşünmeye, bunlardan öğrenmeye, bu bilgi üzerinden kendi zamanımızı anlama olanakları elde etmeye başlayabiliyoruz.

Devrim ve gericilik dönemleri

Tarihimizi, Spartaküs’e, “İsa’nın para çantası var mıydı?” sorusu yüzünden yakılanlara, Şeyh Bedrettin’e, büyük köylü ayaklanmalarına kadar uzatabiliriz. Ama artık kapitalist toplumda yaşıyoruz. Gerçekten ne istediğimizi, kim olduğumuzu bu üretim tarzına karşı mücadele ederken öğrendik. Ve tarihte ilk kez bu üretim tarzının getirdiği toplumsal, teknolojik, bilimsel ve felsefi gelişmeler, binlerce yıldır ilk kez projemizin gerçekleşmesinin ön koşullarını, başarı olanaklarını bize sunmaya başladı.

Bu bağlamda, dikkatimizi, tarihimizin, kapitalist üretim tarzı altındaki son bölümü üzerinde yoğunlaştırırsak, ilk devrimci atılımı, komünizm ilkelerini gerçekleştirme çabalarını, Fransız devriminden (1792) başlatabilir, Paris komününe kadar uzatabiliriz. Fransız devriminin bir burjuva devrimi olduğunu tabii ki biliyorum. Ama hem, bu sonuca ilişkin bir tanımlamadır. Hem de ben o devrim içindeki, bizim tarihimizle ilgileniyorum. Bu dönem, “sınıfları” ortadan kaldırarak eşitlik, özgürlük, kardeşlik ilkelerini yaşama geçirecek bir toplum kurma girişimi ile başladı, halk tabakalarının siyasi hareketini, buna dayalı isyan/ayaklanma yoluyla siyasi iktidarı ele geçirme düşüncesini tarihimize soktu. Bu halk hareketi zaman içinde mülk sahibi sınıfları içinden atarak proleter bir karakter kazandı ve bize bu yeni sınıf şekillenmesinin kendini devlet olarak, komünist ilkeler ile kurması halinde ortaya nasıl bir devletin çıkabileceğini de 1871 Paris Komünü’nde gösterdi.

İkinci devrimci atılım dönemi 1917 Ekim Devrimiyle başladı ve 1968/73 dönemine kadar sürdü. Bu dönemde komünist hareket, projesini, kitlesel sendikalar, disiplinli partiler, hatta ordular ve nihayet devlet aygıtı yoluyla hayata geçirmeye, gerçekleştirmeye çabaladı.

Birinci dönemde Paris Komünü kurduğu devleti merkezileştirerek yaygınlaştırarak koruyamadığı için komünist projeyi gerçekleştiremedi. İkinci dönemde komünist hareket, güçlü devletlerin yapısal özellikleriyle, komünizmin eşitlik, özgürlük ilkeleri arasındaki sorunları aşamadığı, kapitalizmin ekonomik kültürel rekabetine direnecek, dinamik yapılar oluşturamadığı için zaman içinde başarısız oldu.

Bu iki devrimci atılım dönemine baktığımızda, yaklaşık 40 yıllık gericilik dönemleriyle karşılaşıyoruz: 1871-1917 ve 1968/73 – 2010 (?) Devrimci dönemlerde, akılcılığın, kolektivizmin yükselmesine karşılık, gericilik dönemlerinde Aydınlanma düşmanlığının, mistisizmin, bireyciliğin öne çıktığını görüyoruz. İki binli yıllardan bu yana, kapitalizme yönelik eleştirilerin, halk harekelerinin giderek isyanların, bir mali krizle de çakışarak yeniden yükselmekte olmasına bakarak, yeni bir devrimci yükseliş dönemine giriyor olabiliriz diye düşünüyorum.

Dönemler ve yapısal belirleyiciler

Önceki bölümdeki, “zaman blokları” ayrımını Alain Badiou’nun çalışmalarından aldım. Bu “zaman blokları” ayrımı, 30 yıldır kapitalizmin tarihi ve krizleri üzerine, sermaye birikim rejimleri ve sınıf şekillenmeleri bağlamında neredeyse aralıksız çalışan biri olarak bana çok akla yakın görünüyor. Ancak bir adım daha ileri giderek, bu iki dönemde, komünist hareketin projesini gerçekleştirme biçimlerini, kapitalist üretimin örgütlenme biçimleriyle, emekçi sınıfların, proletaryanın sınıf şekillenmeleriyle ilişkilendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Bu yazımda bu düşüncemi yeterince kapsamlı bir biçimde gerçekleştirmem olanaklı değil. Ama, daha önceki çalışmalarıma dayanarak kimi gözlemlerimi paylaşmak isterim.

1917-1968/73 dönemine kapitalizmin hızlı tekelleşme, bürokratikleşme, Taylorizm gibi “lineer” zaman / emek denetim yöntemlerini kullanmaya başlaması ve büyük bir hızla yaşanmakta olan teknolojik devrim, ağır sanayi ve verimlilik “kültü” damgasını vurur. İşçi sınıfı büyük işyerlerinde, kentlerin belli mahallelerinde yoğunlaşmaya başlamıştı. Bu başlangıçta, her zaman gençlerden oluşmasa bile, genç, kapitalizme tam olarak uyumlaştırılamamış bir işçi sınıfıdır.

Komünistlerin de bu yeni teknolojilerden, Taylorizmden, elektrifikasyondan ve bunların üretime getirdiği verimlilik olanaklarından gözler kamaşmıştır. Bu teknolojilerin getirdiklerinin yanı sıra özgürlüklerden alıp götürdüklerinin, Lenin dahil henüz kimse farkında değildir. Dahası, kapitalist üretimin, devletin, hatta toplumun bürokratik örgütlenmeleri, kaçınılmaz olarak, sınıfın şekillenme biçimi ve toplumsal yapının belirleyiciliği bağlamında hemen her yerde komünist hareketlere ve örgütlenmelerine damgasını vurur.

Gerek savaş ekonomileri, gerekse de II. Savaştan sonra şekillenen sermaye birikim modeli, Fordizm bu yukarda saydığım özellikleri daha da ileri götürdü ve evrenselleştirdi. Bu üretim teknikleri, yeni refah devleti ve kitlesel tüketim, eğlence, gösteri toplumu kurumlarıyla, popüler kültür ürünleriyle de desteklendiler. Kitlesel işçi sınıfı kitlesel sendikalar ve Sosyal Demokrat Partilerle denetim altına alındı. Komünist hareketin iktidar olduğu toplumların, kapitalizmin bu üretim ve tüketim modeliyle rekabet edecek bir alternatif sunamadıklarını, giderek ilk gelişme hızlarını, hatta kültürel dinamizmlerini kaybetmeye başladıklarını görüyoruz.

Amacım bu toplumların bir ekonomik, siyasi çözümlemesine girmek değil de dönemin kapitalizminin örgütlenmeleriyle ve işçi sınıfı şekillenmeleriyle, komünist hareketin yarattığı biçimler arasındaki kimi ilişkilere dikkat çekmek olduğundan, bu bölümü burada kesiyorum.

1917-1968 döneminde komünist hareketin en başarılı örneklerinin, tüm zaaflarına ve yetersizliklerine karşın, başarılarını, çalışma ve örgütlenme biçimlerini, işçi sınıfının şekillenmesinin ve var oluş coğrafyasına ve teknolojisine uydurabilenler arasından çıktığını görüyoruz. Vurgulamak istediğim bir nokta bu.

Bu gün de başarı, yeni bir “sol” yaratmaya çalışmaktan değil (bu düzenin bekçilerinin, müşterilerinin ve sığıntı entellerinin işi) komünizmin yeni, bu yeni döneme uygun mücadele biçimlerini, araçlarını (örgütler ve söylemler) oluşturmaktan, yada var olan yapıların bunlara uyumunu sağlayabilmekten geçiyor. Bunun için de, öncelikle işçi sınıfının yaşamakta olduğu dönüşümleri, teknolojik devrimin sosyal ve kültürel etkilerini, getirdiği emek ve sınıf biçimlerini anlamak gerekiyor. Ek olarak, sermayenin saldırılarının aldığı özgün biçimlerini, bu saldırıların emekçi sınıfların yaşamlarında yarattığı tahribatın ve buna karşı gelişen tepkilerin aldığı özgün biçimleri tanımak, bunların yarattığı mücadele alanlarının hemen hepsinden yararlanmak, bu alanlarda tepkilere uygun araçları (“çalışma tarzı”, örgüt vb.) gerekiyor diye düşünüyorum.