Yeni eğitim yasasına, “Yetmez ama evet dedik 12 Eylül yargılanıyor” salaklığına, “Zulme karşı yol haritası” [1] iki yüzlülüğüne bakarken, aklıma şöyle bir olasılık geldi: Sakın, kapitalizmin, saplanıp kaldığı yapısal kriz içinde, AKP yönetimindeki Türkiye, tüm dünyada varlıklarını yeniden hissettirmeye başlayan “kapitalizmin mezar kazıcılarını” etkisizleştirmeye yönelik yeni bir modelin denendiği bir laboratuvara dönüşmüş olmasın?
Kapitalizmin “mezar kazıcıları”
Kapitalizmin en önemli sorunu, uzun dönemli yapısal krizlerine her girdiğinde, tam bu krizden yararlanarak kendini yeniden şekillendirmeye hazırlanırken, bir süre sonra kendi yarattığı “mezar kazıcılarının” tehdidiyle karşı karşıya kalmasıdır. Bu yüzden bu “mezar kazıcıların” etkisizleştirilmesi de yeniden yapılanma sürecinin organik bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.
Bu “laboratuvar” hipotezine yaklaşırken Kapitalizmin, bizzat kendisinin yarattığı “mezar kazıcılarını” iki alt başlıkta düşünmeyi deneyebiliriz.
Birincisi, kapitalist sınıf tarih sahnesine, bir başka sınıfla, işçi sınıfıyla birlikte çıkar. Kapitalizm yayıldıkça, işçi sınıfının sayısı, katmanları, coğrafi yoğunlaşması artarken, kapitalist sınıf kendi içinde, sermayenin merkezileşmesine, yoğunlaşmasına bağlı olarak bir ayrışma yaşar. Böylece toplumsal kutuplaşma giderek derinleşir. Bu süreç, kapitalizmin yapısal krizleri, ama özellikle bunun içinde yaşanan mali kırılmalar (kriz yönetim modellerinin tükendiği noktalarda) sırasında, işsizlik, yoksulluk artarken, burjuva sınıfının haklara yönelik saldırıları altında, dayanılmaz bir görünürlük kazanır. Burjuva sınıfının ayrıcalıkları, son dönemde gündeme gelen yüzde 99 ve yüzde 1 denkleminde olduğu gibi göze batmaya, adalet duygularını rencide etmeye başlar. Bu dinamik üzerinde yükselen toplumsal muhalefet, kendiliğinden kapitalist toplumun temel ilkelerini, mantığını ve kalıcılığını sorgulamaya, bu bağlamda, kapitalizm açısından yaşamsal sonuçlara açılan sorular sormaya başlar.
İkincisi, kapitalizm, feodalizmin içinde ortaya çıkarken, doğarken, feodal üretim tarzı içinde ayakta kalabilme ve genişleyebilme çabalarına paralel olarak, aslında bu çabalardan kaynaklanan yeni fikirlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Dinci ve despotik düzenin (teolojik kozmolojinin) giderek daha fazla eleştirilmesine bağlı olarak bu kozmolojinin tam tersi olma iddiasıyla “Aydınlanma Geleneği” olarak tanımlanan bir seri varsayım, sav ve görüş gelişti. “İnsan özgür doğar ama her yerde zincirlere vuruludur” saptaması bu sürecin çıkış noktasını çok iyi tanımlar. Bu Aydınlanma geleneği, “her şey insan aklının eleştirisine tabi olacaktır” savıyla, teolojik kozmolojinin ayağının altındaki en önemli taşı (tanrının hikmeti, dolayısıyla Kilisenin ve Kralın konumu sorgulanamaz ilkesini) çeker. Artık itikadın yerini, rasyonel düşünce, kanıtlanabilir, deneyi yapılabilir bilimsel yöntem alacaktır. Bu o kadar güçlü bir basınçtır ki, kilise bile, Aydınlanma’nın çekim alanına girecek, tanrının varlığını kanıtlamak için sav geliştirmeye, veri toplamaya kalkacaktır.
Aydınlanma geleneği içinde ortaya çıkan, bireysel özgürlükler (freedom), otonomi (başkalarına tabi olmayan özgünlük), kişi özeli (privacy), kendi başına bırakılma özgürlüğü (liberty), eşitlik, halkın iradesi, demokrasi, devleti yönetenlerin (siyasetin) ekonomik çıkardan (ekonomiden) bağımsız olması gerektiğine, servetin oluşmasında ekonomi dışı zorun bir yöntem olarak artık geride kaldığına ilişkin ideoloji, despotlara ve adaletsizliğe karşı ayaklanma hakkı kapitalizmin ikinci kategori mezar kazıcılarının ortaya çıkmasına entelektüel bir zemin hazırladı. Eşitlik, özgürlük, dayanışma, demokrasi kavramlarının, aklın eleştirisinin hedefi olarak, bilimsel yöntemin merceği altına konması, kapitalizmin, sınırlarını, iç çelişkilerini, örtmeye çalıştığı imkansızlıklarını, bu çelişkilerden, imkansızlıklardan hareketle, yıkılma, hatta yıkılabilme olasılıklarını ortaya koyan bir “içkin eleştirinin” gelişmesine yol açtı.
Bu açılan kapıdan içeri, liberal demokrasiye karşılık, Anarşizm, Sosyal Demokrasi, Komünizm girdi. Bireyin otonomisi düşüncesi, ilk gündeme geldiğinde hızla önce şehir devletinin, sonra da bir bölgenin (ülkenin) otonomisine, bağımsızlığı düşüncesine yol açmıştı. Kapitalizm emperyalizm aşamasına girerken bu bağımsızlık fikri, sömürgelere sıçrayarak, emperyalizmden bağımsızlığa açılmaya başlayarak artık küreselleşmeye başlamış kapitalist sistemin karşısına, mezar kazıcı olmasa bile, ciddi bir bela daha çıkardı. Dahası emperyalizmden bağımsızlık arzusu, çoğu kez “ama nasıl?” sorusundan geçerek komünizme ulaşma potansiyellerine sahip olabiliyordu. Bu nedenle kapitalizmin emperyalizm aşamasında, ulusalcılık, çoğu kez, örneğin Ortadoğu’da komünizmden bile daha büyük bir tehlike olarak görülür duruma yükselmişti.
“Eğitim şart”
Kapitalist devletin bu iki “mezar kazıcıları” sorununu etkisizleştirme çabalarına bakınca, zaman zaman patlak veren açık şiddet uygulamalarının yanı sıra, bu iki sorunun kesiştiği yerde “eğitim” olayı ve kurumları karşımıza çıkıyor. Öncelikle de ilk-temel- öğrenim ve üniversite (akademik) eğitimi olarak.
Proletarya sorunu, doğrudan nüfus yönetimi sorununa bağlıdır. Kapitalizm bu sorunla ilk kez feodalizm çözülürken, “çevirme” (ortaklaşa kullanılan topraklara el koyma) hareketi hızla ilerlerken ortaya çıkmaya başlayan büyük nüfus hareketlerini kapitalist üretim süreci içine çekme sürecinde, çekebildiği oranda, oluşan işçi sınıfını yeniden üretme, şekillendirme, disiplin altına alma sorunları bağlamında karşılaştı.
Kapitalist toplumda, başlangıçta, ilk öğrenimin kurumu, süreci, içeriği böylece şekillendi. Bu yeni eğitim kurumuna, sürecine ve içeriğine kapitalist toplumun ekonomik gereksinimleri ve güç ilişkileri damgasını vurdu. Bu, üniversiteler daha uzun bir süre yalnızca egemen sınıfların ve erkeklerin gidebildiği kurumlar olarak kalacağından, en çarpıcı biçimde kendini ilk öğretim aşamasına gösterdi.
İlk üretim kurumlarında çocuklar, oturup kalkmayı (disiplini, otoriteyi ve cezalandırılmayı), zamanı homojen parçalara bölerek kullanmayı (okul ve ders saatleri) mekanı işlevsel olarak tanımlayarak kullanmayı (okul mekanı, okul içi, mekanlar, nasıl bir dilin kullanılacağını, neyin doğru neyin yanlışı olduğunu, bu ikisi arasındaki farkı hangi yöntem ve ilkelerle bilebileceklerini, cinselliğin kurallarını, giysi ve kişisel hijyen gibi beden yönetim kurallarını içselleştirmeyi öğrendiler. Böylece, ilk öğretin sistemi, kurumları, karşımıza, kapitalist rasyonaliteyi, kapitalist ahlakı, güç ilişkilerini içselleştirmiş, toplumsal hiyerarşiyi kavramış, zaman mekan yönetimi teknolojilerine uyumlulaştırılmış, Foucault’un iki kavramını burada ödünç alırsak, kapitalizmin “hakikat rejimini” benimsemiş, “biyopolitiği” (yaşam denetleme sistemleri) içine alınmış öznelerin üretildiği yer olarak çıkıyor.
Modern, sömürgecilik ve emperyalizm dönemlerinde bu tekniklerin sömürgelere ve bağımlı ülkelere de taşındığını, buralarda çocukların kendilerini, bu eğitim sistemi sayesinde sömürgeci ülkenin gözüyle görmeyi öğrendiklerini de bir çok örneğinden ve Fanon’un “siyah ten beyaz maske” kavramından da biliyoruz. Bu hedeflere ilk öğretimde ulaşıldığında, orta okul ve lise döneminin oldukça sorunsuz geçtiğini görüyoruz
Bu madalyonun öbür yüzündeyse Aydınlanma geleneğinin içinden gelenlerin, zaman içinde eleştirilerini kapitalizme doğru yöneltmeleri, ilk öğretimin yaygınlaşmasının proletaryaya sunduğu olanakların, bu sınıfı eleştirel düşüncelere açması, kendi konumlarını, disiplin- cezalandırma süreçlerini ve teknolojilerini tanımlayabilecekleri, karşı çıkmalarına yardım edecek kavramları edinmeye başlamaları var.
Bir kez proletarya, modern komünizm tarih sahnesine çıktıktan, Paris Komünü, Rus Devrimi, birçok bağımsızlık devrimleri yaşanmaya, burjuvazi bunlara faşizm ve emperyalist savaşlarla cevap vermeye başladıktan sonra, öğretim alanı ve kapitalizmin uzman yetiştirme gereksinimlerine bağlı olarak da üniversiteler tartışma konusu olmaya zaman zaman da denetim dışına çıkmaya başladı.
Bağımsızlık savaşlarına önderlik edenlerin çoğunun emperyalist ülkelerin üniversitelerinde okumuş olması, 20. Yüzyıl’ın son çeyreğinde kapitalizmin yapısal krizinin, hızla proletaryayla birleşen geniş çaplı öğrenci eylemleri, Vietnam savaşı karşıtlığı gibi olaylarla açılmış olması bir rastlantı olmasa gerek.
İlk çabalar
Kapitalizmin yapısal krizi içinde bu iki mezar kazıcısından kaynaklanan sorunları aşmaya yönelik ilk sistemli çabaları, 1970’lerde ortaya çıkmaya başlayan neo-liberalizmde ve postmodernizmde görüyoruz.
Kısaca, neo-liberalizm, Fordist sermaye birikim rejimini, ideolojisini ve devletini dönüşmeye zorlarken, 18 yüzyıldan bu yana derinleşip yaygınlaşarak gelen, en son olarak, kitlesel işçi, kitle sendikası, kitle partisi, refah devleti kapsamında eğitim ve sağlık sistemleriyle Fordist sermaye birikim rejimini taşıyan disiplin ve cezalandırma ilişkilerini de çözmeye başladı. Bu noktada bu “disiplin toplumu”nun öznesinin direncini de kırmak gerekiyordu.
Bu postmodernizme düştü. Postmodernizm aydınlanma geleneğine itiraz ediyor, buradan hareketle, “evrensel hakikat” kavramına karşı çıkıyor, bilimsel yüntemi sorguluyor, otorite karşıtı (anti-oedipus) bir söylemle esas olarak bedensel hazlara dayalı bir özgürlüğü, toplumsal sorunlar karşısında ironik hatta sinik, “cool” tutumları savunuyordu.
Fordizmin yıkılması sürecinde, neoliberalizm, post modernizmin bireyi yücelten, evrensel hakikatleri yadsıyan yaklaşımından, serbest piyasa ilişkilerini, özelleştirmeyi savunmak, eğitime ve sağlığa giden devlet yatırımlarını kısmayı, işsizleştirmeyi, sendikasızlaşmayı dayatırken gereken meşrulaştırıcı söylemi almakta yararlandı.
Ama bu işbirliği çok fazla sürmeyecekti. Otoriteye, Fordizmin refah devletine, disiplin toplumuna karşı yürütülen savaş tamamlanıp da yeni bir otorite kurmaya sıra gelince, “oedipus”un , “baba”sının yerinin boşalmış olduğu ortaya çıktı. “Evrensel hakikatler” , referans noktaları, daha doğrusu, disiplin getiren söylemler olmadan, hele yapısal kriz yeni ve çok daha şiddetli bir aşamaya girerken olanaklı olamayacaktı.
Bu olanaksızlığın ekonomide bir maddi zemini de vardı: Hazlara dayanan tüketim tarzını destekleyen, böylece tüketicileri bedenlerine odaklayan finansal sistem çökmüştü. Ücretler düşerken, ortalama ücret malları paketinin (bunun kültürel boyutu son derecede önemlidir) küçülmesi gerekiyordu.
Şimdi tüketimi düzenleyebilecek, bu düzenlemeyi bir disiplin, kontrol unsuru olarak kullanabilecek, bunları yaparken, tüketim arzularını hazları tatmin etmekten, başka bir platforma çekecek ve en önemlisi, “babanın” ana göstergenin, yerine konacak bir “evrensel hakikat” gerekiyordu.
Bu “evrensel hakikatin”, Aydınlanma geleneğini, onun kapitalizme içkin eleştiri yöneltmeye olanak veren kavramlarını da dışlayan bir söylemi olmalıydı. Dışlanması gereken kavramların başında, sınıf, sömürü, bireysel özgürlükler, bireysel -“ulusal” otonomi (bağımsızlık), eşitlik, halk iradesi, demokrasi, emperyalizm, dışlanması gereken yöntemlerin başında “aklın eleştirisi” ve bilimsellik geliyordu.
Böyle bir “yenilenme” yeni bir “hakikat rejimini” ve beden disiplini, nüfus yönetimi politikalarını “biyo-politik”i gerektiriyor, hem de acilen. Çünkü kitleler, “mezar kazıcılar” yeniden hareketlenmeye başlıyorlar. İş çığırından çıkmadan yeni bir model gerekiyor.
İkinci deneme
Gelişmiş kapitalist ülkeler, bu açığı, zaman ve mekan denetleme, izleme gözleme yöntemleriyle, sürekli tehlike, sürekli savaş, sürekli korku yönetimiyle, işsizlik korkusu ve sürekli meslek eğitimi (esneklik) basıncıyla bir “kontrol toplumu” yaratarak aşmaya çalışıyorlar. Ama gündemde, sert siyasi ekonomik fırtınalar (örneğin Yunanistan), topluma doğrudan şiddet uygulanmasını gerektirecek durumlar, nihayet savaşlar var. Burada birleştirici ve “iki mezar kazıcısını” susturucu,” ulus”, “tanrı” gibi daha olmazsa “beyaz adam” kavramları gibi, “ana göstergeler” gerekiyor. Bir zamanların “Yahudi düşmanlığı” gibi.
Bu açıdan bakınca, AKP yönetiminin bu ikinci denemeye ilişkin bir örnek oluşturduğu, ülkenin bu bağlamda laboratuvara dönüştüğünü ve laboratuvarın Batılı güçlerce finansal ve siyasi olarak desteklendiği görülüyor.
Onuncu yılında AKP ve Siyasal İslam toplumun proleterleşmeye aday önemli bir kesimi için bir “ana gösterge”, aydınlanma sözlüğünü silecek “bir hakikat rejimini”, yeni teknolojiyle de uyum halinde bir “biyopolitik” ve nihayet karizmatik lideri (“baba”), küresel kapitalizmle barışık bir platformu sunabilmiş olduğu görünüyor.
Bu durumu, “Siyasal İslam”ın “pasif devrim” sürecinin esas olarak tamamlanması olarak yorumlayabiliriz. Şimdi bu “pasif devrimin” kurmaya başladığı toplumun, “hakikat rejimini”, “biyopolitiğini” içselleştirecek böylece onu yeniden üretme kapasitesine sahip kuşaklarını oluşturacak bir eğitim sistemi gerekiyor. Bu eğitim sistemi dini bir “hakikat rejimi” ve kapitalist bir “biyopolitik” bağlamında çocuklara, oturup kalkmayı (disiplini, otoriteyi ve cezalandırılmayı), zamanı, homojen parçalara bölerek kullanmayı (okul ve ders saatleri) mekanı işlevsel olarak tanımlayarak kullanmayı (okul mekanı, okul içi, mekanlar, nasıl bir dilin kullanılacağını, neyin doğru neyin yanlışı olduğunu bu ikisi arasındaki farkı hangi yöntem ve ilkelerle bilebileceklerini, cinselliğin kurallarını, giysi ve kişisel hijyen gibi beden yönetim kurallarını içselleştirmeyi öğretmeyi amaçlıyor. Yeni eğitim yasasının hedefinin bu olduğunu düşünüyorum..
Amaçlanan Yeni kuşakların yetişmesinin on – on beş yıl alacağını düşünürsek, bu sürecin aksamasını önlemek için, bu geçiş dönemi boyunca üniversitelerin hedef alınacağını önümüzdeki dönem, üniversitelerde çok sert çatışmaların yaşanabileceğini düşünebiliriz.
-0-
Buraya kadar anlatılanlardan, sürecin tamamlandığı, direniş kapılarının kapandığı sonucunu çıkartmamak gerekiyor. AKP yeni bir iktidar ilişkileri sistemini egemen kılmaya çalışıyor. İktidar ilişkileri, salt kısıtlayıcı bastırıcı, sansür edici susturucu, tecrit edici ilişkiler değildir. Aynı zamanda bir direniş ve egemenlik çizgini yeniden, ve yeniden çizmeye zorlayan üretici mücadele ilişkisidir de.
Ancak direniş ve mücadele belli bir yoğunluğa ulaşmadığında, uzlaşma arayan, orta yollar bulmaya, halkımız bunu istiyor, yabancılaşmayalım fantezisiyle duruma uyum sağlamaya, durumu idare etmeye çalışan yaklaşımlar, iktidar ilişkilerinde egemen tarafın güçlenmesine, egemenliğini pekiştirmesine hizmet ediyor olacaktır, “evet ama yetmez” salaklarının durumunda olduğu gibi. Tabi büyük bir iyimserlikle bunların şöyle veya böyle direnmeyi amaçlamış olduğunu varsayarak konuşuyorum. Çok daha başka, ağza alınamayacak süreçler de rol oynamış olabilir.
Önümüzde çok kritik ve çok yoğun geçecek, geçmesi gereken 10-15 yıl var, bu sürenin her anını çok iyi değerlendirmek gerekiyor.
[1] Devlete baş eğmeye çoktan karar vermiş olanlar, onun yalanlarına herkesten önce inanırlar