Totalitarizm’in bugünü ve yarını

Türkçe’de “Totalitarizm” diye bir kavram var mı emin değilim. Aslında bu yazının başlığı da “Ahlaksızlık, Kaygı, Korku eşittir Kapitalizm” olacaktı. Ancak yazıya hazırlanırken, gözümün önünde, başlangıçta varsaydığımdan çok daha karanlık bir toplum görüntüsü oluşmaya başlayınca, aklıma da “Totalitarianism” kavramı geldi. “Totalitarizm” kavramını da buradan türettim.

Bu yazının temel savı çok basit: “Yaşam Dünya”mızın hemen her köşesi, hatta hücresi metalaştırılarak piyasa ilişkilerinin, azami kâr ilkesinin (ve ahlakının) egemenliği altına girerken, totaliter bir siyasi model sermaye egemenliğini koruyabilmek için tek ve kaçınılmaz yol oluyor. Bu açıdan bakınca bu yazının başlığı “komünizmin güncelliği”, ya da “tek yol komünizm”, hatta “tek umut komünizmde” de olabilirdi...

“Peygamberin ikinci gelişi”
İlk bakışta, “bugünün tarihi”nin başlangıç noktasını 1979-1980 aralığına, Reagan-Volcker-Thatcher “restorasyonu”nun başladığı noktaya koyabilirsek de, bence 1989-91 aralığını, SSCB’nin çöküşü “olayı”nı esas başlangıç noktası olarak almak daha doğru olacaktır.

Bu “olay”ın, anlamı üzerine tartışmalar komünist hareket içinde sürmeye devam ediyor. Hala bu bağlamda Alain Badiou’nun deyimiyle, karşımızda aydınlatılmayı bekleyen bir “karanlık felaket” var. Bizim tarafta durum böyleyken, kapitalist sınıflar ve entelektüelleri açısından “olay” neredeyse “peygamberin ikinci gelişi” gelişi olarak büyük bir sevinçle karşılandı.

Üstelik “peygamberin ikinci gelişi” adeta anlamını kesinleştirmek istercesine aynı anda iki kez gerçekleşiyordu. Birincisi peygamber, ilk çarmıha gerildiği yere geri geliyor, komünizm yerini kapitalizme bırakıyordu. İkincisi, bu geri geliş kapitalizmin tek rakipsiz ekonomik model olduğunu “kanıtlamanın” ötesinde, “tüm yaşam dünyasını” tüm dünyada sermayenin, dolayısıyla kapitalist sınıfın sınırsız kullanımına açan bir ideolojik egemenliği de yerleştiriyordu. Bu egemenlik de, finans oligarşisine, kapitalist orta sınıfın desteğini, bu sınıfa bağlı olarak entelektüellerin ve işçi aristokrasisinin sadakatini de beraberinde getiriyordu. Kapitalizm, artık adeta “vaat edilmiş topraklara” gelmiş “Yeni Kudüs”ü kurmaya başlamıştı. Tarih son durağındaydık...

Peygamberden söz açılınca şeytanı da anımsamamak elde mi? Özellikle “ne arzu ettiğine dikkat et bakarsın gerçekleşiverir” uyarısını? Gerçekten de kapitalizmin, serbest piyasa, refah ve özgürlük (tabii ki kapitalist özgürlükler), demokrasi (tabii ki liberal demokrasi) barış (demokrasiler savaşmaz) dünyası vaadi, her fantezi gibi “gerçekleşmeye” başlayınca hızla tiksindirici, hatta müstehcen bir görüntü sergilemeye başladı.

Her şey satılık, bedenler, organlar ve çocuklar dahil...
Reagan ve Thatcher, piyasa mekanizmasına inançlarını, kapitalizme yönelik eleştirilere, “toplumsal çıkar” kavramına olan nefretlerini her fırsatta vurguladılar. Piyasa’nın insan yaşamını düzenlemenin, kıt kaynakları dağıtmanın tek yolu, bencil rekabetin gelişmenin tek motoru olduğunu savundular. Post modern “yararlı salaklar” kapitalizme yönelik eleştirileri “toplumsal mühendislik”, “totaliter eğilimler” olarak mahkum ederken, Thatcher “insanların anlayışlarını değiştirmekten, adeta Jdanov’cu “ruh mühendisliğinden” söz ediyordu. Ama piyasanın sınırsız egemenliği “esas ruh mühendisliği”, hem de Jidanov’un hayal bile edemeyeceği ölçekte ve derinlikte SSCB çöktükten, Batı Soğuk Savaşı “kazandıktan” sonra başladı. Artık her şey metalaşabilir, alınıp satılabilirdi.

Piyasa ilişkileri “yaşam dünyasının”, geleneksel olarak insanlar arası dayanışma ve güvenlik ilişkileri, toplumsal çıkar alanları, olarak bilinen katmanlarına nüfuz etmeye, buraları metalaştırarak atomize etmeye başladı. Hızla, sağlık, eğitim, kamu güvenliği, sosyal güvenlik, ulusal güvenlik, disiplin ve cezalandırma alanları, kurumları, çevre güvenliği, emeklilik, türün üretilmesi, ve diğer toplumsal alanlar artık piyasa ilişkilerine içine çekilecekti.

İnsan türünün, Platon ve Aristotales’ten bu yana cevap aradığı “iyi yaşam nasıl olmalıdır” sorusu da kaçınılmaz olarak bir kenara itildi. Toplumsal çıkar yoksa, bu konuyu düşünmeye de gerek yoktu. Ne toplumu ne de insanı daha da iyileştirmek için “yeniden yapmak” da söz konusu olamazdı.

Ahlakın ve vicdanın temel ilkelerine ulaşmaya olanak veren bu kavramlar ortadan kalkınca, en “iyi düzenleyici piyasaysa” her şeyin piyasa kurallarına tabi olması, “insanı ve toplumu yeniden yapma” hedefinin yerini “kar yapma” ilkesine bırakması kaçınılmazdı. Ahlak ve vicdan insani olmayan bir şeye tabi kılınırsa ortadan kaldırılmış olmayacak mıydı? Tabi ki olacaktı.

Artık paranın satın alamayacağı bir şey yoktu, daha doğrusu parası olan artık her istediğini satın alabilirdi. Sağlık bakımını, çocuğunun eğitimini, kişisel güvenliğini, hapse düşerse, artık özelleştirilmeye başlanan tutuk evlerinde kalacağı hücreyi, sahip olmak ama karnında taşımak istediği çocuğunu dokuz ay taşıyacak anneyi... İlaç şirketleri, artık ilaçları üzerinde deneyecekleri insanları, deney yapacakları embriyoları, devletler savaşlarını, istihbarat hizmetlerini...

Her yer piyasa olunca parası olan ekonomik ve siyasi olarak güçlenirken, yaşamını uzatırken, parası olmayan sürekli güçsüzleşmek, yok olmaya bırakılmak durumuyla karşı karşıya kalıyordu. Parası olan da haklı olarak (piyasa ahlakı ve vicdanı kapsamında) sahip olduklarını paylaşmıyor, sonuçlarına aldırmadan daha da arttırmaya çabalıyordu.

Bu koşullarda, mali kriz patlak verip de “piyasa en iyi düzenleyicidir” fantezisini tuzla buz edince, artık ahlaksızlardan, aç gözlülerden, yakınmanın ne anlamı olabilirdi. Geçenlerde bir Goldman Sachs müdürünün, New York Times’da da yayımladıktan sonra ortalığı karıştıran istifa mektubunda, Sachs dealerlerinin, müşterilerinden “muppet” diye söz etmesine, kurtulmak istedikleri varlıkları müşterilerine kakalama çabasını “fil avı” olarak nitelemesine, kendi çıkardığı enstrümanları satarken, bunlar nasılsa “patlayacak” diye “heç etmesine” şaşırmanın, kızmanın bir anlamı var mıydı? Hangi ahlak ilkesine dayanarak bu insanlara kızılacaktı? Kapitalizmin ahlakı da kuralı da buydu! Goldman Sachs da bu kurala uymaktan başka ne yapmıştı ki...

İş alıp-satmakla bitse...
Her şey özelleştiriliyor, her şey metalaştırılıyor. Liberal salakların yıllardır çiğnedikleri kokuşmuş sakızın aksine, bu süreç demokrasiye özgürlüklere değil kaçınılmaz olarak köleliğe, ekonomik baskı da siyasi baskıya “totalitarizme” gidiyor. Harvard Üniversitesi’nden Prof. Sandel geçenlerde bir yazısında, zamanında köleciliğe neden karşı çıkıldığını anımsatıyordu. İnsanların bir mal gibi alınıp satılması ahlaken kabul edilemez bulunuyordu bir zamanlar. Çünkü onu şeyleştiriyor, onurundan soyutluyor bir kazanç nesnesine dönüştürüyordu. Sandel aynı kuralın başka şeyler için de geçeli olduğunu vurguluyor: Örneğin Çocuklar alınıp satılamaz, vatandaşlar oylarını satamazlar. Neden çünkü bunlar kamusal/toplumsal çıkarlara uygun değildir. Biz buna devleti yönetenlerin bundan ekonomik kazanç elde etmeyeceği ilkesini ekleyebiliriz.

Ama bu kamusal çıkar, bir kez ahlakın ve vicdanın denkleminden, “iyi yaşam nasıl olur?” sorusunun cevapları arasından, çıkarıldığında, geriye yalnızca kar yapma ilkesi kaldığında, insanlar da alınıp satılır, çocuklar da (evlat edinme piyasasına bakabilirsiniz) organlar da...

Bu madalyonun öbür yüzünde de, İngiltere’de koalisyon hükümeti döneminde ortaya çıkmaya başlayan başka bir gerçek var. Sol Sosyal Demokrat “Charter 88” hareketinin kurucularından Stuart Weir’in geçen hafta Open Democracy sitesindeki yorumunda sergilediği gibi, özelleştirme programı çoktan özelleştirmenin ötesine geçerek 16 Yüzyılda, “ilkel birikim” sürecinin parçası olarak yaşanan “çevreleme” (enclosure) hareketine benzemeye başladı. “Çevreleme” hareketi, “kamusal toprakların” etrafını çitlerle çeviriyor, köylülerin kullanımına kapatıyor ve sermayenin kullanımına veriyordu.

Çevreleme hareketinin en önemli sonucu, köylüyü topraktan kopararak büyük bir “potansiyel proletarya” nüfusu yaratmış olmasıydı. O zaman bu “potansiyel proletaryayı”, mala mülke tehdit oluşturan bir kalabalık olmaktan çıkarıp çalışmaya zorlamak, sermaye ile buluşmasını sağlamak için, devletin devreye girmesi ve olağan üstü acımasız yasalar yapması (disiplin), şiddet (cezalandırma) uygulaması, bunu da çalışma ahlakı bağlamında doğallaştırması gerekmişti.

Bugün özelleştirme, metalaştırma süreci, kamusal alanları, kamusal hizmetleri, hatta yaşam dünyasının biyolojik süreçlerini, “çevreleyip” insanlardan aldıkça sermayenin kullanımına verdikçe yine büyük bir yoksul ve işsiz nüfus oluşturmaya başlamış durumdadır.

Ama, bu kez farklı. Kapitalizm yola yeni çıkmıyor. Bu kez kapitalizm bu işsizleri, iş sürecine çekerek kullanacak kapasiteden de yoksun, bu kez kapitalizmin bu gittikçe büyüyen nüfusa gereksinimi yok. Ama bunları denetim altında tutmaya, bunlardan kendini korumaya, bunun için de toplumun geri kalanını, orta sınıfları, işçi sınıfının iş sahibi olan kesimini harekete geçirmeye gereksinimi var. Bu da bizi günümüzün ve geleceğin “totalitariz”mine getiriyor.

Kaygı, Korku, “Sürekli Savaş”, biteviye hazırlık
Galiba ayırdında değiliz ama, “yavaş yavaş ısıtılan suyun içindeki kurbağaya” benzemeye başladık. Adeta, ne “adeta”sı, aslında, “1984” romanında betimlenen dünyada yaşıyoruz, ama bir türlü bunu kendimize itiraf edemiyoruz. Günlük yaşamımız, ruhsal süreçlerimiz (arzularımız, hazlarımız, zevklerimiz) yakından denetleniyor şekillendiriliyor, siyasi tercihlerimiz bizim dışımızda saptanıyor ve önümüze konuyor, her itirazımız, “terörizm”, “darbecilik, ruhsal bozukluk suçlamasıyla bize geri dönüyor.

Bu denetleme ve şekillendirme, günümüzün toplumlarında, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde iki aşamada gerçekleşiyor (bu konuda Prof. Mark Neocleous’un çalışmalarından yararlanıyorum). Birinci aşamada toplumu oluşturan bireylerde yaşam koşullarının güvenliğine ve geleceklerine ilişkin bir kaygı (anksiyete) ortamı yaratılıyor. Bu bir taraftan sürekli yeni doğal (felaketler) biyolojik (salgın hastalık, virüsler, sağlığa zararlı gıdalar), ekonomik (işsizlik, yoksulluk, emeklilik kaynaklarını kaybetme), siyasi (terörist saldırı, ayaklanma, savaş gibi) tehditler üretilerek, bu tehditlerden kaynaklanan kaygıları (anksiyete) güçlendirerek, gittikçe artan oranda “hastalık” kategorisine alarak, tıbbı tedavi, ilaç sanayiinin kar süreçlerine bağlayarak gerçekleştiriliyor.

Bu kategoride en önemli örnek ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği belli olmayan ama, gerçekleşmesi kaçınılmaz, olağan üstü zarar yaratmaya aday bir terörist saldırı tehdidi. Buna bağlı olarak asla bitmeyecek olan bir terörizmle savaş sürecine bağlı bir olağan üstü hal durumu.

İkinci aşama. Topluma sürekli bu tehlikeleri anımsatan, vurgulayan, toplumu bunlara karşı “dirençli”, “kolay toparlanmaya yatkın” olmaya “hazırlayan” bir söylem ve önlemler geliştirme süreci.

Bu iki süreci, kültür endüstrisinin, medyanın, yeni iletişim ve izleme teknolojilerinin günlük yaşama nüfuz etme düzeyiyle birlikte düşününce karşımıza, yaşamın her alanını gittikçe artan yaygınlıkta ve derinlikte denetlemeyi düzenlemeyi, öznellikleri şekillendirmeyi hedefleyen bir kapitalist toplum projesi çıkıyor.

Bu projenin içinde, seçimlerin, düzen partilerinin ve sivil toplum örgütü denen yapıların, burjuva liberal anlamda özgür bireylerin tercihleri üzerinde yükselen bir demokratik yönetim pratiği, rejim ya da devlet biçimi üretmesinin artık olanaksız olduğunu, bugün (1989’dan bu yana) yaşanan totaliterlerleşme sürecinin güçlenerek yayılarak ilerleyeceğini, ilerleyebilmek için yeni tehditler, savaşlar daha yakın daha sıkı daha derin denetim biçimleri üremeye devam edeceğini var saymak gerekiyor.

İnsanlığı bu kabustan, bu distopya gelecekten kurtarmak için, “komünist hipotezi” yaşama geçirmeyi bir kez daha denemekten başka bir yol kalmadığını görmek, göstermek gerekiyor. “İyi yaşam nasıl olmalıdır?” sorusunun cevabı da, bugün, işte bu “hakikati” benimseyerek, tüm insanlığın kurtuluşunun sorumluluğunu üstlenmeyi kabul etmekten geçiyor.