Yunanistan seçimlerine iki açıdan bakmak gerekiyor. Birincisi kapitalizmin krizinin dışa vurumu, bir siyasi hastalığın “semptom”u olarak, ikincisi de komünist hareketin önüne koyduğu görevler bağlamında bir sınav olarak.
“Merkez” “beklentilerin uçurumuna” düşüyor
Küresel ekonomik kriz, bunun içinde neoliberal kriz yönetim modelinin krizi, bunun kendini hızla açığa vurmakta olduğu coğrafya olarak Avrupa Birliği, adeta krizin tüm çelişkilerinin, sorunlarının çakıştığı bir kavşak noktası olarak şekilleniyor.
Devletin burjuva partilerinin görevi halkı egemen sınıflar adına yönetmek. Parlamenter yönetim modelinde devlet, egemen sınıfların siyasi partileri ve hükümetleri, halkın onayını alarak yönetiyorlar. Diğer bir deyişle halk bunların yönetmeye hakkı olduğunu, çünkü yaşamın en temel gereksinimleri açısından beklentilerini karşılamaya devam ettiğini düşünüyor, oldukları yerde kalmaya devam etmelerine izin veriyor. Ekonomik krizde, egemen sınıf kaynakları kendi yaşamsal sorunlarının hizmetine vermeyi hızlandırdıkça, halkın beklentileriyle, hükümetlerin siyasi partilerin bu beklentilere cevap verme kapasitesi arasındaki çatlak hızla açılarak, aşılamaz bir uçuruma dönüşüyor. Yunanistan seçim (ve de daha az şiddetli bir tepki olarak Fransa seçimlerinin) sonuçları Avrupa’nın tam da bu noktada olduğunu açıkça gözler önüne serdi.
Seçimlerden önce yayımlanan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün Dünya Çalışma Raporu ve Avrupa Strateji ve Politika Analiz Sistemi’nin (ESPAS) yayımladığı “Küresel Eğilimler 2030 – Arabağlantılı ve Çok Merkezli Dünyada Vatandaşlar” başlıklı raporlar bu uçurumun derinleşmeye devam edeceğini söylüyorlar ama hiç bir çözüm üretemiyorlardı. İki önemli düzen örgütünün, çözüm üretmedeki çaresizliğini, Financial Times, Wall Street Journal gibi uluslararası kapitalizmin kanaat önderi gazetelerinde süren, “kemer sıkma çok ileri gitti, peki ne yapalım?” tartışmalarıyla birlikte düşününce, salt bir ekonomik krizle değil aynı zamanda bir yönetim modeli kriziyle de karşı karşıya olduğumuzu görebiliyoruz.
Bu gözlemden hareketle, “yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyorlar” sonucuna ulaşmak gerçekçi olacaktır. Bu saptamanın karşısındaysa giderek “yönetilenler de artık eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar” saptaması şekilleniyor.
Yunanistan ve Fransa seçimlerine ek olarak, Almanya’da geçen hafta yapılan Kuzey Ren- Vestefalya seçimlerinin sonuçları da, seçmenin, düzenin merkez partilerinin dışında arayışlara, yeni seçenekler sunma iddiasındaki partilere yönelmeye başladığını gösteriyor. Yunan seçim sonuçlarının bu arayışın içerdiği potansiyelleri ortaya çıkarmaya başladığını düşünüyorum.
Yunanistan seçim sonuçlarına yakından bakınca...
Yunanistan seçim sonuçlarına bakınca ülkeyi 1974’den bu yana yöneten Yeni Demokrasi Partisi ve sosyal demokrat PASOK toplumsal desteğinin adeta buhar olduğunu, seçimlerin bu iki partiyi birlikte bir koalisyon hükümeti dahi kuramaz noktaya düşürdüğünü görüyoruz. Buna karşılık radikal sol koalisyon (Syriza), YDP’nin arkasından ikinci sıraya oturdu. Komünist Parti, eski, yerleşik ve 1989’un yükünü sırtında taşıyan bir parti olmasına karşın oyunu az da olsa arttırarak mecliste 21 iskemle alacak konuma ulaştı. Açıkça Faşist Politikaları savunan Altın Şafak partisi, önceki seçimlerde yüzde 0.25’ta kalan oylarını yüzde 8.8’e yükselterek beklenenin çok üstünde bir başarı elde etti.
Bu sonuçlar yeni bir hükümet kurmaya izin vermediğinden erken seçimlerin gündeme gelmesi halinde, kamu oyu yoklamaları, halkını tavrını değiştirmeyeceğini, SYRIZA’nın oylarını yüzde 27’ye yükselterek birinci sıraya oturacağını, Yunan seçim yasası gereği birinci gelene verilen ek 50 iskemleyi alacağı anlaşılıyor. Bu koşullarda, yeni hükümeti kurma görevi ve yükü tüm ağırlığıyla SYRIZA’nın sırtına yıkılacak gibi görünüyor. Bu durumun ne anlama geleceğini daha iyi görebilmek için seçim sonuçlarına daha yakından bakmak gerekiyor. Bunun yaparken, Siyaset bilimleri dalında yardımcı Prof. Vernerdakis’in “avgi.gr”de yayımlanan çözümlemelerinden yararlanacağım.
Seçim sonuçları, Cunta’dan bu yana geçerli olan iki partili sistemi yıktı. İşçi sınıfının yanı sıra geleneksel küçük burjuva ve orta sınıf seçmeninin önemli bir kısmının, iki düzen partisini terk ederek SYRIZA, KKE ve ANTARSYA gibi sol partilere Yeşillere yöneldiğini gösterdi. Bu genel eğilim içinde solun oyu iç savaştan bu yana ilk kez yüzde 30’a ulaştı.
Bu genel resme biraz daha yakından bakınca sol açısından çok daha ilginç ve umut verici bir eğilim, hatta bir “momentum” dikkat çekmeye başlıyor.
Vernerdakis’in oyların dağılımına ilişkin çözümlemeleri, Yunan sağının derin bir kriz içinde olduğunu ortaya koyuyor. Bu partinin küçük burjuvazi, dükkancılar ve küçük-orta büyüklükteki mülk sahipleri arasındaki desteği bu kesimin toplam oylarının yüzde 9.6’sına, iş çevreleri ve işverenler arasındaki desteğiyse, ülke tarihinde bir düzen partisi açısından görülmemiş bir düzeye, yüzde 10’a düşmüş. YDP’ye yalnızca köylü kesiminin sadık kaldığı anlaşılıyormuş.
Bir diğer düzen partisi PASOK’un da tüm geleneksel kaleleri bu seçimlerde çökmüş. Örneğin, bu partinin geleneksel tabanının en önemli kısmını oluşturan kamu sektörü işçilerinin oyları içindeki payı yüzde10,6’ya, özel sektör işçilerinin oyları içindeki payı yüzde 7.7’ye, işsizlerin oyları içindeki payı yüzde 4.4’e gerilemiş. PASOK’un serbest meslek sahipleri, tüccar ve zanaatkarların toplam oyu içindeki payı yüzde 6.8’e gerilemiş.
Sağ çökerken sol partilerin oyları özellikle emekçi kesimler arasında artmaya başlamış. Örneğin 40-45 yaş arası seçmenin toplam oyu içinde SYRIZA ve KKE’nin toplam oyu (sırasıyla %25.1 ve %10.1) yüzde 35.1’e yükselmiş. SYRIZA ve KKE’nin özel sektör işçilerinin toplam oyu içindeki payı yüzde 30’a, daha düşük gelirli, “genel olarak işçi sınıfı”, arasındaysa yüzde 45’e yükselmiş. SYRIZA ve KKE’nini kamu sektörü çalışanlarının oyu içindeki payı yüzde 34’e bu kesimin en yoksul tabakasının oyu içindeki payı yüzde 52’ye ulaşmış. ANTARSYA’da eklenince bu oy oranının yüzde 55’e ulaşıyormuş.
İşçi sınıfı oyları arasında solun payındaki artışta, orta sınıf oylarında da YDP ve PASOK’la aynı düzeye yükselen, SYRIZA başı çekiyor olsa bile KKE’nin de işçi sınıfı oyları içindeki payını azımsanmayacak oranlarda arttırmış olduğu ANTARSYA’nın az da olsa kendine bu kesimler içinde bir yer bulduğu da bir gerçek.
Erken seçimlere giderken
Daha önce de bir başka yerde vurguladığım gibi, bu seçimler önemli ama esas bir sonraki seçimler önemli olacak. Krizin ortasında, Avrupa’nın bir ülkesinde ne kadar küçük bir ülke olursa olsun bir radikal sol koalisyonun devlet aygıtını ve ekonomiyi yönetme noktasına erişmesi egemen sınıflar açısından son derecede riskli senaryoları, neredeyse bir yüzyıl sonra yeniden gündeme getirecek.
Bu nedenle seçimlere giderken, egemen sınıfların, kültür endüstrisinin, emperyalizmin uluslararası kurumlarının, hatta gizli örgütlerin tüm dikkatleri SYRIZA’nın ve genelde solun olası bir zaferini engellemek, daha da önemlisi SYRIZA’yı tüm zaaflarından yararlanarak, soldan tecrit edip yalnızlaştırarak, düzenin programını kabul etmeye zorlamak üzerinde yoğunlaşacak. Bundan hiç kuşkum yok!
Aynı anda bu gerici güçler, SYRIZA’yı soldan tecrit etmek için solun ama KKE’nin olduğundan çok daha zayıf görünmesine, aldıkları sonuçları değersizleştirmeye çalışacaklar.
Bu noktada hem SYRIZA içindeki radikal kanada, hem de, hemen herkesten daha deneyli, ama ne yazık ki kimi zaaflara da sahip KKE’ye herkesten daha büyük bir görev ve özveri düşüyor. KKE’nin ve ANTARSYA’nın, daha fazla sağa kaymasını engellemek için SYRIZA’yı soldan deyim yerindeyse, yıpratmadan markaja almaları gerekiyor. SYRIZA, bugün yükseldiği yerden bir ihanet noktasına düşerse, bunun getireceği umutsuzluk düş kırıklığı, yükselen momentumu kırarak, oyların daha da sola kaymasına değil, genelde sol dalganın çekilmeye başlamasına yol açacaktır. Tarih bize sol dalganın, bir moral bozukluğu ile geri çekilmeye başladığında, İtalya ve Almanya’da olduğu gibi Faşist hareketin yükseldiğini gösteriyor. Yükselen dalgadan korkan egemen sınıflar, solun bir daha uzun süre başını kaldıramayacak bir konuma itilmesi, hatta imha edilmesi, toplumsal muhalefetin ezilmesi için faşist partileri destekliyorlar.
Kaçınılmaz bir ikilem
Genel olarak şöyle bir ikilemle karşı karşıyayız:
Kapitalizm seçimler yoluyla, reformlarla aşılamayacak kadar karmaşık bir üretim tarzı ve aynı karmaşıklıkta bir devlete sahip.
Buna karşılık, tarihsel olarak çok ender olarak da olsa, kimi zaman genel seçimlerde hükümetin, solun bir kesimi, ya da genel bir cephenin eline geçme olasılığı ortaya çıkabiliyor.
Bu koşullarda sol halkın beklentileriyle, kapitalizmin sınıf egemenliğinin koyduğu sınırlar arasına sıkışıyor. Hükümette olma durumu hızla ateşten bir gömleğe dönüşüyor. Peki o zaman ne yapmalı?
Ne yazık ki bu konuda tarihte başarılı deneylerimiz yok. Fransız Halk Cephesi’nin iflası, Allende Hükümeti’nin katledilmesi gibi bir iki örnekten de bir şeyler edinmek çok zor. Ama, bunlara daha yakın zamanda yaşanan Breziya İşçi Partisi ilk dönem deneylerini, hala sürmekte olan Bolivya ve Venezüella deneyimlerini eklersek, imkansız değil.
Bu deneylerden, Halk Cephesi sırasında yaşanan Komüntern tartışmalarından, üç sonuç çıkarılabilir gibi geliyor bana.
Birincisi solun önüne gelen bu fırsatı yakalayarak, işçi sınıfına ve halka neler yapabileceğini göstermeye, işçi örgütlerine halkı da katarak, halkın gözlerinin önünde alınan kararlarla uygulamaya koymaya başlaması gerekiyor. Solun bu fırsatı, olanağı, tüm zaaflarına ve içerdiği risklere karşın, reddetmeye hakkı olmadığını düşünüyorum.
Bu şeffaflaşma ve katılım sürecinin bir kaosa dönüşmemesi için solun, hızla ve elindeki fırsatın getirdiklerini, açılan olanakları abartmadan, geniş bir anlayış birliğine ulaşması gerekiyor. Kısacası, halktan yana açık, tümüyle şeffaf bir hükümetin icraatının ve mantığının nasıl burjuva hükümetlerden farklı olacağını, hem kendi ülkesinde hem de dünyada halklara gösterirken, halkın yaşamını iyileştirecek, sermayenin iktidarını sınırlayacak, kalelerini yıkacak reformları hızla uygulamaya koymaya ve ilerletmeye başlaması gerekiyor.
İkincisi, tüm bunları yaparken, bu sol hükümetin, Brezilya, Venezuella gibi Latin Amerika ülkelerinin de deneylerinden yararlanarak, halkın özellikle en yoksul kesimlerinin, etnik, ırkçı, cinsiyetçi ayrımcılıkla dışlanmışların yerel örgütlerinin oluşmasına yardımcı, hatta ön ayak olması, bu örgütlenmenin daha baştan işçi örgütleriyle ilişki içinde ilerlemesine yönelik kadro ve kaynak aktarımına başlaması gerekiyor.
Açılan olanakların abartılmamasından kast ettiğim şudur: Bu hükümet sola bir deney yaşama, yaratıcı kapasitesini gösterme olanağı açacaktır. Büyük olasılıkla bu deney daha bir süre bir sosyalist devrime dönüşmeyecek, burjuva sınıfı ve devleti içinde uzun, çok dikkatle yönetilmesi gerekecek bir “mevzi savaşına” açılacaktır.
Nihayet sol ittifakın hükümetinin halk sınıflarını hareket geçirmesi ve örgütlenmelerini geliştirmesi için bir neden daha var. Bu hükümet karşısında yalnızca yerel burjuva sınıfını, faşist partileri değil uluslararası kapitalist faşist gericiliği de bulacaktır. Bu basınçlara, saldırılara, sabotajlara karşı bu hükümetin yalnızca üç savunma noktası olacaktır diye düşünüyorum:
Birincisi, her şeyin halkın gözü önünde, uluslararası destek ve tartışmalara açık bir biçimde konuşulması, sermayenin gerçek yüzünü sergileyecek sırların açıklanması, halkçı kararların uygulanmaya konması.
İkincisi, yukarda değindiğim “mevzi savaşını” uluslararası komünist hareketin yeniden canlanmasını kolaylaştıracak biçimde, her türlü teorik siyasi kadro katkısına, mali katkıya açık biçimde uluslararası alanda da yürütmek, dünya halklarının bu hükümeti desteklemesini sağlamak.
Üçüncüsü bu hükümeti halkın örgütlenmiş kitleleriyle sarmalamak, ordudan, polisten uluslararası gericilikten, emperyalizmden gelecek saldırıların maliyetini dünya kamu oyu önünde taşınamaz kılmak.
Bence Yunanistan seçimleri tüm bu potansiyellere sahiptir. Oluşan momentum gelecek seçimlerde daha da hızlanabilir. Sol hareketin genel gelecek seçimlerde dikkatini işçi sınıfı ve orta sınıflar içinde oylarını, birbiriyle rekabet ederek değil, hala iki düzen partisine ve faşistlere oy verenleri kazanarak arttırmaya çalışması, bu süreç boyunca da seçim sonrasında iş birliği yapmaya hazırlanması gerekiyor. Bugün en önemli üzerinde odaklanılması gereken konu oluşan momentumu korumak hatta güçlendirmeye çalışmak olacaktır diye düşünüyorum.