Kapitalist Emperyalizm ve Devlet

Devlet konusunda düşünürken, devletler arası ilişkiler alanından, dolayısıyla “emperyalizm” kavramından geçmek kaçınılmaz oluyor. Devletler arası ilişkilerin her zaman, işbirliği dahi içerse, egemenlik ve bağımlılık ilişkileri olduğunu anımsayarak devam edersek üç uğrak saptayabiliriz sanırım.
Kapitalist emperyalizmin kapitalizm öncesi imparatorluklardan farkını tanımlamak. Emperyalizmi bir devlet politikası (çıktı) olarak düşünmek. Emperyalizmi, bir sosyal formasyonun ekonomisinde, toplumunda, kültüründe ve devletinde içselleştirilen, dolayısıyla siyasi sonuçlar (çıktılar) yaratan bir dış etken (girdi) olarak düşünmek. Bu yazımda bu üç konuya ilişkin düşüncelerimi paylaşmaya[1] çalışacağım.

Kapitalizm (Kapitalist Üretim Tarzı) ve devlet
Emperyalizm konusuna devletin Kapitalist Üretim Tarzı’yla ilişkisini iki yönlü düşünerek girmeyi deneyebiliriz.

Birincisi: Devlet, kapitalizmin oluşması sürecinde feodalizmden kurtulan emekçilerin sermayenin disiplini altına girmesi için gereken baskıyı sağlar (Bkz: Serserilik yasaları, zorunlu çalışma vb.,) ve bu baskıyı doğallaştırır. Diğer bir deyişle devlet bizzat Kapitalist Üretim Tarzı’nın doğum sürecine ebelik eder, ederken, kapitalist devlete dönüşür.

İkincisi: Her üretim tarzı zamanı ve mekanı kendi varoluş ve yeniden üretim özelliklerine göre düzenler. Bu bağlamda devletin bir diğer işlevi de, karşımıza, “pre-kapitalist” zamanı ve mekanı, kapitalist üretim tarzının oluşmasına, yeniden üretimine göre dönüştürmek, yeniden düzenlemek olarak çıkar. Bu noktada Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus yapıtından bir kavramı ödünç alırsak, devlet karşımıza salt bir disiplin ve cezalandırma “aracı” olarak değil bir zaman ve mekan düzenleme “makinesi” olarak da çıkar.

Bu iki saptamadan hareketle, devletin kapitalist üretim tarzının organik, olmazsa olmaz bir parçası olduğunu söyleyebiliriz: Kapitalist devlet kapitalist üretim tarzının ebesi ve organik bir parçasıdır!

Kapitalist üretim tarzının devleti karşımıza ulus devlet olarak çıkar. Bu ulus devlet, ya etnik temelli, ya da etnik aidiyetleri aşan bir vatandaşlık iddiası temelinde şekillenir. Sonuç olarak, kapitalizm altında ulus devlet, küreselleşmeci söylemde iddia edildiği gibi önemini yitiremez, ima edildiği gibi ortadan kalkamaz. Ya yıkılır (savaş, işgal, devrim), ya da yeni ulus devletler doğurmak üzere bölünür. “Küreselleşme” tartışmaları bağlamında ortaya atılan “piyasa devleti” kavramı, bu gerçeği değiştirmez, sermayenin iktidar biçimindeki değişikliği hem ifade eder hem de meşrulaştırmayı amaçlar. Tüm ulus devletlerin üzerindeki “İmparatorluk” (Hardt ve Negri) kavramı bir ulus devletin, diğerlerini bir “imparatorluk projesi” bağlamında disiplin altına alma, zayıflatma (geçirgenleştirme) ya da yıkarak, bölerek yeniden şekillendirme sürecini gizler.

Devletin Kapitalist Üretim Tarzı’yla bu iki yönlü ilişkisinden hareketle, daha önceki yazılarımda “Kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kâr oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen, bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden” yana olduğumu vurgulamıştım.

Bu bağlamda, devletin Kapitalist Üretim Tarzı’yla ilişkisinin, yukarda değindiğim iki boyutu, kapitalist üretim tarzının yeni alanlara yayılma süreçlerini, dolayısıyla kapitalist emperyalizmi düşünme süreçlerimize de yardımcı olacaktır.

Kapitalist devlet ve kapitalist emperyalizm
Kapitalist emperyalizmin, kapitalizm öncesi imparatorluklardan en önemli farkı, iradesini esas olarak ekonomik ve kültürel yollarla dayatabilmek, siyasi baskıya daha az, ilhak ve savaşa (açık şiddete) en son çare olarak baş vurmaktır diyebiliriz. Lenin’in vurguladığı ilhak eğiliminin, her zaman var olmakla birlikte, ekonomik ve kültürel yollar, siyasi baskı tükenmeden gündeme gelmediğini düşünüyorum. Bu, ilk anda bir totoloji gibi görünebilir ama kapitalizm öncesi imparatorluklarda, ilhak eğiliminin ve şiddetin, her zaman yayılmanın en temel aracı, kaçınılmaz durağı olduğunu görüyoruz. Roma, siyasi koruması altına aldığı halkları, devletleri, bir adım sonra mutlaka ilhak ederdi.

Bir adım daha ilerleyebilmek için biraz gerileyerek, Karl Marx’ın Kapital III. cildinin 3. Bölümü’nün 2. Kısmı’na, kâr oranları düşme eğilimi yasası ve karşıt eğilimlerine bakmak gerekiyor. Burada kâr oranları düşme eğilimini tartışmayacağım, yalnızca bu eğilimin, artı değer üretiminin düşmeye başlaması temelinde sermaye birikim sürecinin yeniden üretim ve genişleme olanaklarını ortadan kaldıran bir dinamiğe dolayısıyla, sermaye devresinin kırılması olasılığına, diğer bir değişle kriz eğilimlerine işaret ettiğini saptamakla yetineceğim.

Kapital’in III. cildinin bu bölümünde beni ilgilendiren, bu kriz eğilimlerini bastıran karşıt eğilimler, diğer bir deyişle, sermayenin kriz eğilimlerini öteleme refleksleri. Bunun da bizi doğrudan devletin stratejik “çıktılarına”oradan da emperyalizm konusuna götüreceğini düşünüyorum.

Kriz, kâr oranları düşme eğiliminin egemen olmaya başlamasıyla ortaya çıkıyor ve kendini aşırı üretim / birikim (eksik tüketim ve yatırım) ve sermaye birikim süreci içine katılamayan fazla nüfus olarak gösteriyor.

Sermayenin [2] ilk tepkisi sömürü oranlarını arttırmaya çalışmak oluyor. Bu ücretlerin düşürülmesi, makineleşme, çalışma saatlerinin uzatılması, hızlandırılması, işten çıkartma vb., “sınıfa karşı sınıf” dinamiğini içerdiğinden hemen iki sonuç doğurmaya başlıyor. Birincisi, bu önlemler işçi sınıfının (açık ya da dolaylı) direnişine çarparak siyasi sonuçlara yol açıyor. İkincisi, uygulanabildiği oranda da, yoksulluk ve fazla nüfus üretiyor, kârların gerçekleşebilmesi için gerekli toplam talebi azaltarak, aşırı üretim sorununu ağırlaştırıyor.

Bu koşullarda, sermaye sorunlarını, mal ve sermaye (hatta nüfus) ihracatı yoluyla bölge dışına kaçarak çözmeyi denemeye başlıyor. Böylece sermaye, yeni alım gücüyle, tasarruflarla, ucuz doğal kaynaklarla, iş gücüyle karşılaşma olasılığı buluyor. Ancak bu olasılığın gerçekleşebilmesi için hem sermayenin bu bölgeye girebilmesi, hem de girdiği yerde, kendi özelliklerine uygun koşullarla karşılaşması gerekiyor.

Kapitalist emperyalizmin jeopolitiği
Çoğu kez sermaye, bu yeni coğrafyaya girme konusunda engellerle, geldiği coğrafyadan farklı, ekonomik, yasal, kültürel koşullarla karşılaşıyor. Kapitalist devlet ve emperyalizm konuları tam da bu noktada kesişmeye başlıyor.

Kapitalist (emperyalist) devlet hem sermayenin girişini zorlaştıran engelleri kaldırmak hem de, hedef coğrafyadaki mekânsal ve kültürel yeniden yapılanmayı gerçekleştirmek, kısacası bu coğrafyayı gelmekte olan sermayenin kullanılabileceği biçimde “açmak” üzere devreye giriyor.
Burada kabaca iki olasılık söz konusu. Biri klasik imparatorluk ya da sömürgecilik politikalarıyla hedef coğrafyanın devletinin zorla yıkılması, toplumsal dokusunun çözülmesiyle ilgili.

Her ne kadar bu gün benzer süreçleri, Afganistan, Irak, Libya’da gördüysek, Suriye de bu yöne doğru itilmekteyse de beni daha çok ikinci olasılık ilgilendiriyor. Zaten ilk olasılık da bu gün, baştan hesaplandığı biçimde gerçekleşemiyor, devlet yıkılsa ve toplumsal doku çözülse de coğrafya ilk başta amaçlanan düzeyde kullanıma açılamıyor.

İkinci olasılık, hedef coğrafyanın kapitalist emperyalizme uygun biçimlerde, devleti yıkılmadan, toplumsal dokusu çözülmeden açılmasıyla ilgili. Bu olasılıkta, bölge dışına çıkarak kendine yeni avlanma alanları arayan sermayenin korunması ve yeniden üretimiyle ilgili ulus (emperyalist) devlet, hedef coğrafyayı, bu coğrafyanın içindeki dinamiklerle eklemlenerek, onları yönlendirerek, onların desteğini alarak açıyor.

Burada, birincisi, gelen sermayenin kapitalist sınıflarıyla, hedef coğrafyanın egemen sınıfları arasında, ikincisi, gelen sermayenin devletiyle, hedef coğrafyanın devletinin “devletten sorumlu sınıfları” arasında, üçüncüsü de gelen sermayenin “organik entelektüelleriyle” hedef coğrafyanın “organik entelektüelleri” arasında gerçekleşen, üç boyutlu bir eklemlenmenin, hatta ittifakın gerçekleştiğini görüyoruz.

Bu bağlamda, hedef coğrafyanın ekonomi yönetme ve bunu dış dünyaya bağlama biçimleri, emek kontrol rejimleri (haklar ve özgürlükler, işçi sınıfı örgütlenmeleri) siyasi temsil sistemleri (siyasi parti yapıları, yasama, yürütme, yargı ilişkileri, yerel yönetimler) değişiyor. Bu süreçte emperyalist etki, finans, teknoloji, devlet yönetme kültürü üzerinden gerçekleştirdiği girdilerle devletin rejimini, hatta “biçimini” değişmeye zorluyor, değişmesini sağlıyor. Bu sürecin ve oluşmaya başlayan devlet çıktılarının meşrulaştırılması, topluma anlatılması, egemen sınıfların “devletten sorumlu” sınıflarının, emperyalizmin kendilerine sunduğu ittifakları kabul etmesi için gerekli kültürün üretilmesi de organik entelektüellerin çabalarıyla gerçekleşiyor.

Kimi zaman Türkiye’de izlediğimiz gibi, bu değişiklikleri başlatan ve destekleyen ittifaklarda da zaman içinde önemli dönüşümler gerçekleşebiliyor. Örneğin devletten sorumlu sınıflar olarak, bu açılmaya gereken hıza uyum sağlayamayan “Kemalist” kadrolar (teknokrat/bürokrat entelijensiya), yerini Siyasal İslam’ın bu açılımı kendi projesine uygun bulan teknokrat/bürokrat entelijansiyasına bırakıyor. Bu dönüşümde de kapitalizmin organik entelektüelleri, (liberal entelijensiya) çok kritik bir aracı (Lacan’dan alırsak, “kaybolan aracı” -işi bittikten sonra yok olan etken) rolü oynuyor.

Kısacası bu ikinci yolda emperyalizm karşımıza, toplumu ve devleti salt dışarıdan kuşatan bir basınç/irade değil, artık ülkedeki egemen sınıflar ittifakının (iktidar blokunun), devletin bileşenlerinin, toplumda egemen popüler kültürün, dahası eğitim sistemlerinin, “epistemik toplulukların” bir parçası olarak çıkıyor. Bu koşullarda da, emperyalizme karşı mücadele kapitalizmin ekonomik, siyasi ve kültürel tüm boyutlarını içermediği (Kapitalist Üretim tarzını hedef almadığı) koşullarda, hele salt bir “bağımsızlık” fantezisi üzerine dayandırılmaya çalışıldığı durumlarda başarısızlığa mahkum oluyor. Dahası kapitalist üretim tarzını hedef almayan bir anti-emperyalizm, emperyalizmin zaman içinde değişen mekan düzenleme politikalarının yaşama geçirilmesinde işlevsel olmaktan kendini kurtaramıyor.

Bu sürecin, eskiden kullanılan, ama Gramsci’nin hegemonya teorilerinin uluslararası ilişkiler alanına uygulanmaya başlanmasından sonra gereksizleşen bir kavramla “alt emperyalizm” olarak tanımlanan bir boyutu daha var. Bu da emperyalist devletin, bir hedef ülkenin devletini, o ülkenin coğrafyasının düzenlenmesinin ötesinde, o ülkeyi, bir bölgeyi açmakta kullanmaya çalışmasıyla, emperyalist devletler arası rekabette belli yönlerde davranmaya zorlanmasıyla ilgili süreçlerden kaynaklanan bir boyut. Ama bu boyutun tartışılmasını, “dünya sistemi”, “hegemonya” ve kapitalist devlet bağlamında düşünen bir yazıya bırakıyorum.


[1] Emperyalizm tartışmaları uzun süre birbirini tamamlayan ama birbirinden kopuk gelişen iki alanda ilerledi. Tipik emperyalizm tartışmaları: Emperyalist devletlerin politikaları ve rekabet süreçleri. “Gelişme ve Geri bıraktırılmışlık”, “Bağımlılık” tartışmaları: Emperyalist devletin/sistemin, diğer hedef toplumlar üzerindeki etkileri. Geride bıraktığımızı 30 – 40 yıl içinde bu eksiklik üç koldan giderilmeye çalışılırken son derecede yararlı teorik gelişmeler ortaya çıktı ve çıkmaya da devam ediyor. Birinci gelişme Immanuel Wallerstein’in öncülüğünde başlayan “Dünya sistemi” çalışmaları. İkincisi, David Harvey’in Kapitalizmin Jeopolitiği (mekan düzenleme dinamikleri) üzerine çalışmaları. Üçüncüsü Robert W. Cox’un açtığı kapıdan girenlerin başlattığı, Gramsci’nin savlarını uluslararası ilişkilere taşıma çabaları. Bunlara bir de 2009’da kaybettiğimiz Giovanni Arrighi’nin bu üç yaklaşımı bir sentez biçiminde birleştirmeyi deneyen çalışmalarını da eklemek gerekir. Lenin’in adını anmaya bile gerek yok. Çünkü tüm bu tartışma alanı esas olarak onun inşa ettiği temel üzerinde yükseliyor.

[2] Anlatımı kolaylaştırmak için “antropomorfize” ediyorum. Süreç aslında, şirket fabrika yönetim (management) stratejilerini, teorilerini, hükümet politikalarını, sermayenin organik entelektüellerinin müdahalelerini vb., içeriyor.

[email protected]