Kavgayı Büyütecek miyiz?

“Düşler bulandı artık
Bir faydası yok
Çevremiz dağılmış
Ortak paydası yok
Sevişenler mi gitti?
Yoksa bana mı öyle geldi.
Oyuna devam!
Ama eski havası yok
Bana biraz umut ver
Ver ki yeniden başlasın
Ülke sarsılıyor ve
Umurunda değil
Umurunda olsa bile
Eski durumunda değil
Hep aranıyor
Ama bulunanlar cılız
Kerteriz oynamış
Eski konumunda değil
Bana biraz umut ver
Ver ki yeniden başlasın
Sen gizlendin yerinde ben saklandım
O sokaklarda hep onlar oynadı
Sen susmuştun ben ürkmüştüm konuşmadım
Yeni bir ses için heves kalmadı
Bana biraz umut ver
Ver ki yeniden başlasın
Savaşlar birbirine benzer
Kazanan olmaz
Kazandığını sanma
Kayıplarına bak biraz
Cebindekinin yarısını ödedin silahlara
Şimdi diyorsun ki
Yalnız barış adına !
Bana biraz umut ver
Ver ki yeniden başlasın.

Bülent Ortaçgil’in 1998 yılında çıkardığı “Light” adlı albümünde vardı bu şarkı: ‘Biraz Umut’tu şarkının adı.
Şarkının sözlerini kim nasıl yorumlamıştır bilmiyorum. Bülent Ortaçgil hangi vesileyle yazmıştır, kime seslenmek istemiştir, somut bir hedefi, muhatabı var mıdır, onu da bilmiyorum.

Ben ilk dinlediğimden beri, karışık bir muhataplar silsilesine hitap ettiğini düşünmüştüm hep. Bir sanatçı olarak solculara, bir işçi olarak sanatçılara, bir solcu olarak emekçi halka mı sesleniyor? Bir başka şarkısındaki sözlerle: Olamaz mı, olabilir…

Naif sözler…

Ortaçgil’in politik hassasiyetleri geridir, biliyoruz. Hassasiyetleri politik değildir diye düşünenler de vardır, olamaz mı, olabilir…
Bu durum ne kadar Ortaçgil’in sırtına yüklenebilir bilemem. Sanatçının toplumsal yükümlülükleri, bir okumuş insan olarak emekçi halka karşı sorumlulukları, bir aydın olarak Tarih’in karşısındaki konumu görmüş geçirmiş bir sanatçı olarak bunları kendisi de tartıyordur sanırım. Bu tartımdan ne çıkardığını ise albümlerinde gösteriyor…

Ortaçgil de “kahvaltı mağdurları”ndan biriydi. 20 Şubat 2010 tarihinde yapılan ilk kahvaltıda Neşet Ertaş’la birlikte o da bulunmuştu, İbrahim Tatlıses’ten Seda Sayan’a, Teoman’a, Sinan Özen’e kadar bir dizi başka müzisyenle birlikte…

***
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi,
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zaruri neticesi bu,
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O “hey gidi kanbur felek,
hey gidi kahbe devran hey” der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak,
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları.

Şeyh Bedreddin Destanı’nı bu dizelerle bitiriyordu Nâzım. Okuyanlar bilir, bu dizelerin ardından bir de dip notu vardır Nâzım’ın. “Bir doktorun verem çocuğu olsa, doktor çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık göz yaşı dökmez mi?” diye sorar bu dipnotta…

Biz döktük, biliyorum… Öfkemiz, bir damla göz yaşının örtüsüdür.

Nihat Behram’ın da bir şiirinde söylediği gibi, dövüşler de, sevişler de mertçe değil bugün. Tamam, sanatçılarımız Bedreddin’in yiğitlerininki gibi bir savaşın içinde değiller elbette ama zaten sorun aslında böyle bir savaşın söz konusu olduğunu, İsmet İnönü’nün sözleriyle ifade edersem, “ayıyla yatağa girme”nin bedellerini anlatabilmek değil mi?

***
Bu kahvaltı meselesi “iyi oldu”.

Siyasal mücadelenin sıcaklığını hissedenler açısından, meselenin ne kadar ciddi olduğunu bir kez daha gösterdiği için iyi oldu.

AKP hükümetinin, Fethullahçıların, liberal tosuncukların, memleketin canına nasıl kastettiklerinin bir canlı örneği olarak, iyi oldu.

Aklımızı, yüreğimizi teslim almaya soyunduklarını bir kez daha gördük.

Naiflik aşamasını hızla geride bırakmanın hayatiyetini bir kez daha gördük.

Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla örülü olduğunu bir kez daha gördük.

Yüreğimizi kanatan, piyasa kutsayıcılarının kahvaltılarda arz-ı endam etmesi değildir. Bizden bildiklerimizi harami sofralarında görmektir.

Piyasa kutsayıcılarının canı cehenneme.

Biz sanatçılardan bahsediyoruz.

Çağımızın sanatçısı güçsüzdür.

Ne bir sosyalist ülkeler zinciri, ne bir işçi hareketi, ne aydın hareketi, ne öğrenci hareketi var “biraz umut” verecek. Sanatçıyı başı dik, onurlu durmaya sevkeden bir güç yok ortada. Üretmeye, yaratmaya istekli ve hatta kendini mecbur hisseden sanatçı, nereye basacak?

Piyasaya mahkum edilen, alanı giderek daraltılan, ürettiklerini birikime ve kaynağa dönüştüremediği için “bağımsızlığını” koruyamayan sanatçı nasıl üretecek? “Muhtaç olduğu kudret” damarlarındaki asil kanda değilse, köşeye sıkıştırıldıysa, nasıl diklenecek?

Çağımızın sanatçısı güçsüzdür.

Demokrasicilik yanılsaması, sadece bir siyasi sapma ve akılsızlık değil, güç ve ilham alacak toplumsallık arayışından da kaynaklanmaktadır.

Galile’nin Engizisyon karşısında bir dönem için sözlerini yuttuğunu, “ama yine de dönüyor” dese de, tarihe bu ürkekliğinin de geçtiğini biliyoruz.

Ya da Brecht’in asap bozan kimi yalpalamalarını…

ABD’de Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarında McCarthy soruşturmalarında parti üyesi olmayan arkadaşlarını bile ihbar ederken bülbül gibi şakıyıp tarihe hain olarak geçen Elia Kazan’ı da biliyoruz.

Elia Kazan ile Galile’yi ya da Brecht’i aynı kefeye koyuyor muyuz?

Çağımızın sanatçısı güçsüzdür.

Güçsüzlüğü nedeniyle hedef tahtasındadır.

Boyun eğdirilirse sanatçıya, halka da boyun eğdirilir.

Tarihsel bir mesele ile karşı karşıyayız.

Sanatçılara biraz umut verebilecek miyiz? Sanatçılar bize biraz umut verebilecek mi?

Anlamaya çalışıyoruz, mazur görmeye değil.

Anlamamız, mazur görmemizi gerektirmez. Anlama çabamız, değiştirme çabamızdır.

Anlama çabamız, değiştirme çabamızsa eğer, ve güçsüzsek, Tarih’ten, bilimsellikten güç alacağız. Kuramdan güç alacağız. Ne
kadar saklanırsa saklansın, Nâzım’ın umut damıtabilmesi gibi, o gücü arayıp bulacağız, açığa çıkaracağız.

Bugünün sanatçısının güncellikle ilişkisi üzerine yazıp çizdim epeyce burada. Yaşamı çözümleme, gerçeklik ve gelecek tasarımı için siyasetin merkezi bir konumda olduğunu, başka türlü sıçranamayacağını vurgulamaya çalıştım.

Emekçi halkı merkezine koyan siyasetin akıl açıcılığını, ufuk genişleticiliğini bir daha gördük bu kahvaltı vesilesiyle. Tersinden, bunun yokluğunun daraltıcılığını, küçültücülüğünü de görmüş olduk.

Tekel işçileri aylarca direndiler. Destan yazdılar. Yeniden umut oldular. Biraz umut verdiler. Verdikleri umudu yüreğimizle ve aklımızla işlemeye çalışıyoruz. Büyütmek için.

Biraz umut verebilecek miyiz?

Dolmabahçe kahvaltısı ile aynı gün gerçekleştirdiğimiz Maltepe kahvaltımızda gördük ki, umutta ortaklaştığımız sanatçılarımız var. Onurlu, başı dik, umudu çoğaltmaya soyunan sanatçılarımız…

Umudu büyütecek miyiz?

Bu kahvaltı meselesi iyi oldu:

Bir kavga var ortada. Tarihsel bir kavga. İlericiliğin gericilikle kavgası, emeğin sermayeyle kavgası, yurtseverliğin
emperyalizmle kavgası.

Bu kavgayı büyütecek miyiz?