Hayal kırıklığı

Hatırladığınız ilk hayal kırıklığınız hangisi?

Belki çok istediğiniz bir oyuncağın alınmaması, kim bilir neden? Pahalı mıydı, anneniz bir parçasını yutarsınız diye sakıncalı mı gördü yoksa bir tür 'terbiye' mi? Öyle ya, istek ve arzuların ölçülülüğü diye bir mevzu var: Belki çok oyuncağınız vardı, ha babam bir şeyler isteyip elde edivermenin kolaycılığından korumak lazımdı sizi... Ya da hiç oyuncağınız ol(a)madı sonsuz istekler kervanına katılmaktan alıkoymak istedi ana-babanız...

Sonra?

Belki anacığınızın ya da babacığınızın uğradığı bir haksızlığa şahit oldunuz. Ne olursa olsun, yüreğinizde yer açtığınız (hiç kolay değil) o biricik insan nasıl hak etsindi o muameleyi?

Kim bilir belki babanız, annenize bağırıp çağırmıştı ya da uyandığınızda daha önce evde hiç görmediğiniz o insan, bir süredir işe gitmemeye mi başlamıştı: "Neden?" diye sordunuz, "bilmem?" diye yanıtladı, kırgın, solgun...

Belki piyango size çıkmıştı da, bir öfke tufanına maruz kalmıştınız.

Daha sonra?

Okulda, sıra arkadaşınızın suluğundan sizde de olsun istediniz, olmadı belki. Hayranlık duyduğunuz öğretmeninizden azar işittiniz ya da...

Büyümenin kanunu mu bu?

Bağlamı farklı elbette, ama hayal kırıklığı denince gönül kırıklıkları da devreye giriyor mecburen. Ama burada bu bağlam tamamen konu dışı. Hem ne malum, bir bahar vakti "Badem Ağacı" şiiriyle ve Aziz Nesin ile de bu sayede tanışmıştınız belki! 'Sivas' yaşanalı epey olmuştu belki de daha vardı yaşanmasına. Arkasını da getiremediniz bu tanışıklığın Aziz amca ile ya, canınız sağ olsun.

Sınavlar gelip gitmeye başladı peş peşe... Çalışmak, başarılı olmak istiyordunuz, olmadı. Gerçekten istiyordunuz. Evde mi huzur yok, aklınız başka yerde mi, (o "başka"yı soran bile olmadı) kimin umurunda? Başarılı olmak istemekle, başarılı olmak arasında sanki uçurumlar var gibiydi değil mi? Başarı dediğin nedir, kurcalamaya bile fırsat olmadı... Artık "başarısız" olmanın yükünü taşımaya alışmanız lazımmış gibi, bir kere ucunu kaçırdınız mı, hep bir "geç kalma" duygusu yakanızı bırakmamaya başladı. O "ucu" bir bulsanız...

Ne yaparsanız yapın bu duygudan kurtulamayacakmış gibi hissetmek ne kötü.

Diğerleri, "başarılı"lar başını alıp gidiyormuş gibi hissedersiniz.

Her şey ölüm-kalım savaşına dönüşmüş gibidir: Okul, iş, sevda...

Artık olduğunuz gibi görünmeniz imkansızlaşmıştır.

Ya olmak istediğiniz gibi görünmek, ya da... Bunun "ya da"sı yok işte. Görünmek istediğiniz gibi olamazsınız bir türlü! Olabilseniz, başka türlü görünmek istemezsiniz ki!

Üniversite hayatı dediğin, yelde kalmış bir yaprak... Uçup gider...

Şimdi çalışmak zamanı:

Patronunuza işinizin ehli gibi görünmek zorundasınız. Arkadaşlık değil, rekabet geçerli artık, kardeşiniz olabileceklerin arasından sıyrılmak zorundasınız... Yeterli eğitim almamışsınız, deneyiminiz yokmuş, ne gam! Sonra bir gün bir bakarsınız, mesai dışında bile işyeri sohbeti yapmaktan alıkoyamazsınız ya kendinizi, birlikte patronu çekiştirdiğiniz mesai arkadaşınızdan çelmeyi yemişsiniz... "Bugün kimi kime gammazlamalı? / amirin gözüne nasıl girmeli?" diye bir şiirin kendini yazdırdığı bir memlekette yaşıyorsunuz ne de olsa...

"İşler atom reaktörleri işler / yapma aylar geçer güneş doğarken..."

Hayal kırıklığı mı demiştik?

İşinizde ortaya koyduğunuz emeğin kıymetinin bilinmediği duygusu ve sıkıntısı gibisi yoktur değil mi? Para pul değil, hakkaniyet ararsınız, koydunsa bul! Emeğin değeri nedir hem?

Başka bir yere kapağı atmak da mümkün değil ki hele kriz filan derken...

Özlediğiniz gibi bir işte çalışamamanız, sizi mi, anne babanızı mı daha çok yaralar, tartışılır. Sizin için en iyisini isteyen anne babanız... Sahi, evladı için "en iyisi"ni istemeyen anne baba var mıdır şu dünyada? Siz de onlardan biri oldunuz hem, anlarsınız o duyguyu: "El kapısının yokluğu değil de, imkânsızlığı..."

Uhreviliğin bencil sağırlığı değil de, çocukların seslerini duyabilmek ihtiyacı...

Bütün iyi niyetinizle tutunmaya çalıştıklarınız (yok, kredi kartlarından, taksitli tatillerden, yüzde kırk indirim avantajlarından bahsetmiyorum, soruların oradan gelmediğini kimsenin size söylemesine hacet yok!) demek istediğim, hümanizm, ilkeler, erdemler, adalet filan... hep başka türlü hayal kırıklıklarına taşıyor sizi.

Politika, felsefe, edebiyat niye bu kadar uzaktalar, ulaşılmaz, yola nasıl çıkılacağı bilinemez mesafelerde... Alın işte, yine o "geç kalmışlık" duygusu... Zaman su gibi akıp...

Bir an fark ediyorsunuz ki, bir bankanın "böyle yaşamaktan bıkmadınız mı?" reklamını izlemeye dalmışsınız, o sıradan görünümlü alımlı erkeğin/kadının yerine koyup kendinizi...

Bunların "küçük burjuva hayalleri" olduğunu bilecek kadar hayat deneyiminiz olsa ne yazar? Sinir bir ifade de olsa... Hem solcu olmak şart değil ya bunu düşünmek için... Mesai arkadaşlarınızla çıktığınız akşam yemekleri, hafta sonu kahvaltılarının tadında epeyce bir şeylerin eksik olduğunu siz de bilirsiniz... Ama bunları düşünmenin de bir faydası yok ki!

Bir türlü kimseye, hatta kendinize bile yaranamamaya başlamak üzeresiniz. Boğucudur. Kendi hayal kırıklıklarınız, başkalarının sizden hayal kırıklıkları ile birleşir, ıslanıp ağırlaşıp taşınmaz olur...

İşyerinizde size çay getiren çalışanla arkadaş gibi olabilmek istersiniz, nafile o sizde iyi yürekli bir beyaz Türk görür, canınız sıkılır. O da, siz de maaşlısınız ama onunla da aranızda uçurumlar vardır... Atlamak istersiniz, düşme ihtimalinizi hatırlatır sanki ürker geri çekilirsiniz kenarından. Sırtınızda onca yükle, ağırlıkla, nereye atlıyorsunuz!

Paylaşmak güzel, paylaşmak değerli, paylaşmak onurlandırıcı da, kiminle, neyi, nasıl paylaşmalı?

Sevgi ve anlayış beklentisi, yalnızlığın soğukluğu ürpertisiyle, duvarlar örer etrafınıza...

Korku mu bu? Pek değil de, biraz da öyle gibi. Sanki belirsizlikten kaynaklanan bir gerilim mi desek, geleceğin bir türlü görülür hale gelememesi mi... Korku işte bu canım, niye eveleyip geveliyoruz ki?

Hayal kırıklıklarınızı anlatmanın kifayetsizleştiği, gerekçelendirmelerin faydasızlaştığı yerdesiniz artık...

Bir şey diyeyim mi, bir tek şey var her şeyi berbat eden: Tüm bunların yalnız sizin başınıza geldiğini düşünmeniz...

Reçete değil bir davet benimkisi:

Sağınızdakine bakın, solunuzdakine, önünüzdekine, arkanızdakine bakın... Şöyle bir soluklanıp, arkanıza yaslanıp bir an dinlenin... Artık yeter:

Örgütlenin!

Not: Bu yazıdaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü müdür, artık siz karar verin...