Bu Benim Baykuşum*

Tik tak tik tak tik tak tik tak…

Anlamlar yüklüyoruz hayata. Başka türlü yaşayabilir miyiz hakikaten? Mümkün görünmüyor. Hayata yüklediğimiz anlamlar aslında bizi, kendimizi;  derinlerimizdeki kırılgan, sevinçli, küser huylu, yumuşak, naif, muzip, kaygılı, narsist (özsever), sevecen, gösterişçi, sığ, kaba, saygısız, kötücül, korkak, anaç, tedirgin, budala, güvensiz ya da güvenli bizi, evet bizi yansıtıyor.

Tik tak tik tak tik tak tik tak… Yeni yıl yazısı yazmayacaktım. Yeni yıl kutlamamı bir önceki yazımda yaptım diye anımsıyorum. Ancak, “yoldaki işaretleri izle”  fısıltısına her zaman teslim oluyorum. Ya da olmadık anlamlar çıkarıyorum ufak, tatlı dokunuşlardan. Anlamlar yüklüyorum. Anlamları kırpıp kırpıp yıldız yapıyorum.  Bir de menzilin kendisi kadar, yolun kendisini, yani yol hikâyelerini, bin bir bilinmezliği seviyorum. Bir kısa macera mı hayat? Kabulüm diyorum.

Şimdi bunlar nereden geldi 5 Ocak gecesi aklıma? Soruyorsan sevgili okur, bir yılbaşı günüdür sebebi. Dostlarla buluşunca. Koca bir beş gün önce. Hediye piyangosundan sanki başka bir sürpriz hediye yokmuş gibi, bir bardak mesela, Vladimir Dudintsev’in Bir Yılbaşı Öyküsü adlı kitabı çıkınca.

Kaderime razı oldum haliyle. Hatırlıyorum, 1976 değil ilk okuduğum; daha okumayı öğrenmeye zaman vardı, demek ben böyle bir akıl yürütmeyle 1999’u yakalamalıyım. O zaman okumuş olmalıyım ve baykuşumla tanışalı az zaman olmamış aslında.  Belki de 2001 basımında tanıştık. Ne önemi var deyip çıkılabilir işin içinden ya, arada koca iki yıl. Neler neler yaşandı oysa kocaman, upuzun o iki yılda kim bilir?  Bu kıyıdan bakınca yekpâre görünüyor o liman. 

Yani sözün özü, yeniden buluştuk, yeniden kavuştuk, yeniden birbirimizi gözlerimizden tanıdık, yeniden bakıştık, yeniden kadim bir dost gibi kucaklaştık. Tanıdıktı çok ancak değişmişti biraz da. Tıpkı benim gibi. Sanırım bu uzunca öykünün büyüsü bu. Ya da belki bütün sevdiğimiz kitapların böyle bir yanı var. Aradan yıllar geçince sizinle birlikte onlar da değişiyor, kimi kez sığlaşıyor, kimi kez olgunlaşıp tatlarına doyum olmayacak kıvama geliyor. İşte bu tereddütle okudum Bir Yılbaşı Öyküsü’nü…

Yüreğimi sıkıştırdı yine. Midemi karıncalandırdı. Dingin bir ırmak yatağı gibi serili,  bugünden elimi siper ederek görebildiğim tarihimle başka tarihlerin karışması, birbiri içine geçmesi, tanıklıklar, yoldaşlıklar, dostluklar bir kez daha büyüledi. Tabii bunlar zihnimin oyunuydu. Orada öylece ulu bir çınar gibi bizi gözlediğini düşündüğüm tarihimizdi.  Anımsadıklarımdı. Yüklediğim anlamlardı. Ortaklıktı. Buluşmalarımızdı. Omuz omuza yürümelerimizdi. Aynı düşe inanmalarımızdı.

Tıpkı binlerce yıllık bir Yunan heykelini izlerkenki büyülü dehşeti, hayranlığa karışmış şaşkınlığı yine hissettim. Buradan, 2019 Türkiyesi’nden SSCB’ye giden bir kırılgan yoldu. Hüzünlü müydü? Muazzam mıydı? Bizden önce kimler vardı, kimler okudu, kimler baykuşuyla buluştu da bir an duraladı.  Alnı kırıştı bir an. Gözleri uzaklara daldı. Bir an bugüne 2019’a, 2019’un dünyasına belli belirsiz baktı. Bir ışık çakımı… Zamanda yolculuk, zamanmekân karışması, eşleşmesi, içe bükülmesi, dışa dağılması, birleşmesi, öyle bir şeyler işte… Tanımlayamadığım, ama dehşetle sezdiğim. Kenetlendiğimi hissettiğim. Yazgımın dolandığı. Gözümün kamaştığı.

Kitaba dönersek. Başladığımız ve yine yeniden döndüğümüz Bir Yılbaşı Öyküsü’ne.  Hep derim, üç ömür yetmez bana, diye. Öykü de zamanın peşinden koşuyor. Zamanın akışı, duruşu, süzülüşü, koşuşu neye göre belirlenir peki? Bunu sorguluyor.

“Ne kadar zamanınız olsun isterdiniz?” Ne kadar süreyle yaşamak yani? Yüz yıl? Dokuz yüz yıl? Dört yüz yıl versek? Kaç ömür? Bir ömür yetmez de, peki kaç ömür? Bununla birlikte, “Yaşamımızı anlamlı kılan ne?” sorusu öykünün yalınlığı içinde suratınıza bir tokat gibi iniyor. “Zaman bir bilmecedir.” Üstelik bu öyküde “zamanın bize oynadığı oyunları, onun bizi kandırmasını konuşacağız.”

O zamanlar, erdem şahlanmış, ne güzel… “Aslında değer verilen şeylerin gerçek değer taşımadığını, eşyaya ait değerin korkunç bir hızla azaldığını gördü.” “Maddenin peşinden giden yollara koyulmak, bugünlerde kişinin ruhsal az gelişmişliğine kanıt gösteriliyor.”

O zaman yakalanayazmış bir küheylan var imiş. Dedim ya bugüne, 2019 dünyasına, kapitalizmin dizginlerinden boşanmışçasına ağzından köpükler saçarak çatlayasıya çıldırmasına ne derlerdi acaba? Şu baykuş, işleri güçleri bırakır nanik yapar mıydı, elinin tersiyle bir iki çarpar mıydı? La havle çeker miydi? Bilmediği bir lisanı çözmeye  gönül indirmeden yoluna devam eder miydi? Kızar mıydı? Azarlar mıydı? Çırpınır dövünür müydü?

Yoksa mesela bana:

 “Sende başkalarının deneyimlerinden yararlanmak ve yaşama yeni bir açıdan bakmanın olanağını görüyorum.” der miydi? Sınırlarımı zorlamamı söyler miydi? “Peşinde olduğumuz yeni, hemen her durumda o sınırların ötesindedir.” dedikten sonra “Birisi sevecenlikle elini avucunun içine alıp sıktığı zaman kalbin duracak gibi oldu mu hiç? Gözleri sevgi ile yaşarmış bir insan, hiç senin gözlerine baktı mı?”diye yüreğimi ağzıma getirir miydi?

Bana bir mektup bırakır mıydı mesela. Bırakır mıydı? O ben olur muydum?

 “Sen yetenekleri olan birisin. Sana, beni başkalarının bilmediği yanımla tanıdın ve zamana başkalarından daha çok değer verdiğin için yazıyorum. Yaşam yalnız bir kez yaşamak için verilmiştir. Onu büyük yudumlarla içmek gerek. En değerli olan şeyi yakalayabilmeli insan.  Ve neyin değerli olduğunu ben sana söyledim. O ne altın, ne de çul parçasıdır. Senin yaşamdan büyük bir haz duymanı istiyorum. Şu anda üzerinde milyonlarca insanın yaşadığı karanlık kıtayı hiç aklından çıkarmamalısın. Bu mektubu aldığın gün senin gerçek doğuşunun günü olsun…”  

Sonra ekler miydi?  “Bütün zamanın önünde duruyor! Koskoca bir yıl! Sen yeni doğdun! Şimdi eskisinden de gençsin! İşine daha hızlı sarıl… Dostlarına, sevgiye!..”

Saat,  “yeni bir yıl için çalışmaya başlıyor…”

Baykuş mu? İşte oradan bana bakıyor…

* Bir Yılbaşı Öyküsü, Vladimir Dudintsev, Yazılama, 8. Baskı.