Ankara’dan Sonrası

Yakup Kadri’nin Ankara romanına değinmiştik geçtiğimiz yazıda. Umutsuzluğun ve açmadan solmanın romanı olarak okunabilir Ankara. Kurtuluş Savaşı’nın ardından tel tel dağılan ve birbiriyle çelişen roman kişilerinin kendi içindeki dönüşümü de bir o kadar çarpıcıdır. Savaş sırasında ve kuruluş sürecinde kişilerin ve “zamanın ruhu”nun hızla değişerek yozlaşmasından rahatsız olan dürüst aydınlardan söz edilebilir.

Huzursuz ruhlar olarak Neşet Sabit örneğinde olduğu gibi sürekli gözlemleyen, var olanın yetersizliğini gören ancak nedenleri konusunda gerçeklere gözlerini kapamayı tercih eden, bu anlamıyla kaçak güreşen bir aydın tipolojisiyle karşı karşıyadır roman okuru. Nereye evrilecektir?

Neşet Sabit Ankara Palas Oteli’ne balo için giderken “Demin otelin merdivenlerinden çıkarken tuhaf bir baş dönmesi hissettim. Bana öyle geldi ki ayağımı bastığım her basamak, halkla benim aramdaki uçurumu bir parça daha derinleştiriyor.” der.

Otele girenlere merakla, imrenerek, öfkeyle ve yabancılıkla bakan, kalabalık bir halk kitlesi toplanmış, adeta heyecanlı bir gösteriyi başından sonuna izlemeye hevesli halleriyle otel konuklarına pek hırpani ve vahşi görünmektedirler. Bakan gören, gören bakan diyalektiği içinde “sınıfsız sömürüsüz kaynaşmış bir kitle” tamahına hiç de uygun düşmemektedir bu karşıtlık.

Vicdanlı ama hareketsiz aydınlar, kurtuluş yaldızını zenginleşmek için türlü alavere dalavere için kullananlar ve son olarak da eğitimsiz, geleceksiz, cahil ve geri halk. Üç farklı kesimden ve bu kesim içinde devinen farklı tipolojilerden söz edilebilir romanda. Birbirine değmeyen, uzayda asılı kalmış doğrular olarak uzanıp giden ve birbirini güvenlik mesafesinde seyreden. Tıpkı Ankara Palas Oteli’nde uzun tuvalet ve smokinlerin merdivene tırmanışlarını seyreder gibi; merak, kuşku, öfke, kıskançlıkla…

Kadro Hareketi’nin kurucularından biridir Yakup Kadri. Kadro Dergisi 1932’de yayım hayatına başlıyor. Yalçın Küçük Bilim ve Edebiyat’ta Yakup Kadri’nin Yaban romanı ile Kadro dergisinin Türkiye pratiğinden sınıf kavgasını kazımada en etkili iki yayını olduğunu söylüyor.

Yaban romanı aydına yönelik korkunç bir ithamdır bana göre de. Sürekli bir yetersizlik ve eksiksizlik duygusunu çivi gibi çakmıştır aydının alnına. “Halka karşın halk için” olmak ciddi bir meydan okuma ile suçluluk duygusunu beraberinde getirmiştir bir yandan da. Hem kendisine sonsuz bir güç yüklemiş hem de bu güçle ne yapacağını tam kestiremediği noktada halkın tercihleri karşısında ezim ezim ezilmiştir. Şu; halk olmasa ne güzel yönetirdik, şeklindeki kadim hikâye… Topluma baktığında ise sınıf miyopisi beraberinde astigmatı ve bulanık suda balık avlamayı getirmiştir.

Birincil amaçları Cumhuriyet devrimlerinin ideolojisini formülleştirmek ve bunu evrenselleştirmek olan Kadrocular, bu yöntemler çerçevesinde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yarı-sömürge toplumların gelişmiş bir sınıf yapısına sahip olamayacağını iddia ettiler. Siyasal partiler de sınıfları temsilen ortaya çıkmazlar, keza devlet analizinde de benzer bir yaklaşım söz konusudur. Kapitalizm tanımlamasından ziyade emperyalizm karşıtlığı üzerinden temellenen yaklaşımla ve bu bulanıklıkta çıkarları çelişmeyen “kaynaşmış” ve bütüncül bir kitlenin bitmeyen cehaletidir en büyük sorun. İşte burada “kadrolar” bir başka deyişle bürokratlaşmış aydınlardır artık.

Yine dönersek Neşet Sabit’e sürekli gıcırdayan bir kapı gibi omzunuzun üstünde fısıldayan sesini sürekli duyarsınız. Sadece sesten ibarettir belki de… Araftaki yalnız, mutsuz ve gözüne fener tutulmuş tavşan aydındır hepi topu… Ankara’da ancak sadece Ankara’da…

Yalçın Küçük Yaban üzerinden söylüyor yine Bilim ve Edebiyat’ta; devamında Ankara gelecek ve artık savaş bitmiş olacak:

“'Türkiye aydını günah keçisi yapılıyor. Sömürünün, yoksulluğun, kadersizliğin hep sebebi, 'Türk aydını gene sensin.' Türk aydını, 'sana ıstırap veren şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.' Türkiye aydını suçlanırken ne kadar yüceltiliyor! Bütün kötülüklerin kaynağı olmak, bütün iyiliklerin de anahtarı olmak demek. Eğer kötülüklerin kaynağı bir sınıf değilse, eğer bütün kötülüklerin kaynağı bir sınıfsal determinizmden yoksunsa aynı zamanda tüm iyiliklerin de kaynağıdır. Yakup Kadri, Yaban’da bunları söylemek istiyor.'”(177)

Memlekette aydınlık zor iş hakikaten. Ne İsa’a ne Musa’ya yaranılamıyor.

Kurtuluş Kayalı da “Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı” adlı kitabında belki de Türkiye’de aydının genel reflekslerine dair son derece önemli bir saptama yapıyor:

Kadro yöneticilerinin kişisel tarihlerini ve serüvenlerini anlamak ve bunlara bir anlam vermek, Türk aydınının otoriteye karşı tavrını, görevini ve psikolojisini anlamak ve bunlara bir anlam vermekle aynı şeydir. Öyleyse Türk aydının tipik düşünce özelliklerinden birisi, siyasî otorite tarafından verilen bürokratik role uygun davranmaktır. Politik pragmatizm, hem Kadro hareketini hem de onların uzun süreli akımlarını, Kadroculuğu açıklayabilir”.(21)

Belki buradan devam edilebilir… Yakup Kadri özelinde ise Ankara’dan sonrası Panorama ile devam etmektedir. Umut vadeden Neşet Sabit Panorama’da da vardır ama Ankara’daki idealist bir lokma bir hırka Neşet Sabit yerini bakanlık kapmak için yanıp tutuşan; ip üstünde oynayan cambaza bırakmıştır.