Mail adresine sahip çıkamayan üniversite

Ben de Boğaziçiliyim. Hani ilk gittiğinizde bu cennette ders mi çalışılır denen, Boğaza nazır, uzaktan bakanlara hocası da öğrencisi de snop görünen, aslında snobu hiç de az olmayan Boğaziçi Üniversitesi.

Dünden itibaren “mail adresine sahip çıkamayan üniversite” diye anılacak olan okuldan söz ediyorum!

O zamanlar Hisarüstü semtine yayılmadığı için tek kampüslü olan okula ilk gittiğimde henüz lise öğrencisiydim. Ne işim mi vardı? Tiyatroya giderdik, şehrin öbür yakasından kalkıp. 1970’lerde tiyatro söz konusu olduğunda İstanbul Ankara’nın gerisindeydi, tahmin edileceği gibi. Kaç kişiydik bilmiyorum, ama “biz” Brecht külliyatının önemli bir kısmını BÜ’nün salonunda tanıdık.

Batıda üniversite kilisenin tarihsel altyapısının üstüne, Aydınlanmanın dönüştürme işlemiyle kurulmuş. Bizde medresenin üstüne ne konabilirdi ki? İstanbul Üniversitesi’nin kapısına 1453 diye bir sayı yazınca mesele hallolmuyor! Türkiye Aydınlanması ve Türkiye kapitalizminin özgün geçmişinin ürünü olan üniversitelerimiz gençtir. Boğaziçi, derinliğinde Robert College olsa da, daha da gençtir. İlk dönem, Türkiye modernleşmesinin ürünü olan üniversiteler vardı. 1971 kuruluşlu Boğaziçi ikinci kuşaktır. Amerikan yörüngesine oturan bir ülkede üniversitenin de kaderi buna bağlı olarak şekillenecekti. Artık Aydınlanma üniversitesi demek durumu tam karşılamaz. Hatta artık kapitalizmin gereksinimlerine endeksli üniversitelerden söz etmek de yetmez. Ortada bir emperyalist operasyon vardır. Boğaziçi bu ekoldendir.

Dolayısıyla, aynı gün içinde email adresinin üç kez el değiştirdiğini, mazeret niyetine yazacak kadar aciz bir yönetimin varlığına bakıp lüzumsuz geçmiş güzellemeleri yapılmamalıdır. Öyle yapmıyorum, ama ben lisedeyken BÜ’de tiyatro izlemeye giderdik. Brecht izlediğimiz, konser dinlediğimiz, kütüphanesine gömüldüğümüz okulumuzun ne olduğunu ne olmadığını biliriz. Biliriz de, kimseye bırakmayız.

Bu akıldışı kapitalist düzenin, akılla aynı anlama gelen Aydınlanmanın kurumlarını çekip çevirme yeteneği hep sınırlı kalır. Amerikan ODTÜ’sü bir bakarsın on yıla kalmamış devrimcilerin ODTÜ’sü olmuş.

Boğaziçi de öyleydi. 12 Eylül’den birkaç gün sonra sıralarına oturmaya başladığım bu okul, hiç de solculuğuyla nam salmamıştı. Ama bilim, akıl, araştırma denince sola kendiliğinden gidersiniz. Dün de öyleydi, bugün de öyledir. Yobazlar, savaş tüccarları gider, yine öyle olur. Daha iyisi olur.

Boğaziçi Üniversitesi'nde 12 Eylül günlerinde işçi sınıfının bayramını bangır bangır 1 Mayıs marşı yayınıyla kutlayan cesur arkadaşlarımız vardı. Çocuk yaştalardı ve bu kutlamayı hapse girmeye değer saymış oluyorlardı. Değer mi değmez mi tartışması boştur. Bu cesarete saygı duyulur. Bizim Boğaziçi öyleydi. Başkalarının okulları gibi yani.

Bizim Boğaziçi’nde dersine girmemek için takla attığımız Tansu hanım gibileri vardı. Madem okuyorduk, öğrenme fırsatını kaçırmamalıydık. Ne işimiz vardı o kadınla?

Bizim Boğaziçi’nde örgütlendik. Amerikan ekolüymüş… Doğrudur ama yanıtımız bellidir: Hadi canım, Boğaziçi “Gelenekçiler”in ekol oldukları yerlerden biridir. Bizim Boğaziçi diye bir şey vardı ve kafa tutardı. Bizden yıllar sonra Gorbaçov yürüyecek oldu avluda. İşte diye parmağıyla gösteriyordu, bizim Mustafa, bir başka yoldaşının tuttuğu kameranın karşısında “bu adam sosyalizmin haini, insanlığın düşmanıdır”. Sovyetler’de biten burada devam eder miydi hiç? Öyle bir ederdi ki! Boğaziçi’nde bile.

Bizim Boğaziçi’nde daha 1980’li yılların başlarında koro kurulur, dünya halklarının devrimci mücadelelerinden süzülüp gelen şarkılar orta avluda çınlardı.

1402’lik hocalarımızı uğurlardık. Amerikancılar, Özal’a, Demirel’e, TÜSİAD’a rapor hazırlamaktan kafayı kaldıramayanlar, elbette bütün kumandalar ellerinde ama başları önlerindeydi. Boğaziçi “bile” soldu. 12 Eylül koşullarında bile soldu.

Bizim Boğaziçi’nde sağda solda, ürkek sessiz İslamcılar gezinirdi. Sayıları çoğalır, sesleri yükselmezdi o zamanlar. Pikniğe gidip namaz kılarlarmış örgütlenmek için. Biz boğaz kenarına inerdik. Onların namazı değil, parası, darbesi, tüm iktidar mekanizmaları vardı örgütlenme aracı olarak. Biz ekonomi kulübünde Kapital tartışırdık.

Kapitalizm ne kadar oturmuşsa, üniversiteler de kurulu düzenin o kadar parçası olur. Olur ama, bizde bu dengesiz, sarsak kapitalizm, üniversitenin sola açılan pencerelerini örtemez. O yıllarda orta kantinde devrim afişleri yoktu duvardan duvara; o dönem 1980 öncesinde kalmıştı. Ama orta kantin yine bizimdi. Kütüphane de bizimdi, yurtlar da.

Gençtik, öğreniyorduk, eğleniyorduk, değiştirebileceğimize, kazanacağımıza güveniyorduk. Üniversite 1402’lik hocamızın, 1 Mayıs marşını çalıp hapse giden kardeşimizin, Gelenek’in matbaadan çıkmasını bekleyen yoldaşımızındı. Başı önünde gezen sinsilerin değil.

Şimdi reis emriyle okulumuzdan çocuklarımızı topluyorlar. Okumalarına izin vermeyecekmiş!

Boş verin, otuz küsur yıl önce de paşa “ne yapayım öyle aydını” diyordu. Asmayalım da besleyelim mi, diyordu. Şimdi kadına sahne yok diyorlar ya, malum paşa copla tecavüz haberlerine “elimizde aslan gibi delikanlılar var, ne diye cop kullanalım” diye cevap veren bir ahlaksızdı. Yüzü kızarmayanın, midesi bulanmayanın bilimi de, aklı da olmaz. Meğer email adresi de olmuyormuş.

Kimin gelip geçici, kimin yerleşik olduğu 1980’lerin başında da belliydi, 2010’ların sonunda da belli. Düzen yobazlaştıkça üniversiteyi de kendine benzetecek elbette. Sonuç resmi email adresinin günde üç kez el değiştirmesinden ibarettir. Boğaziçi bizimdir. Kimin okuyacağı kimin sineceği bellidir. Bu ülkede kimin kalacağı kimin kaçacağı bellidir…