Adı Bond

Kibirli ajanın ünlü repliğidir: Adım Bond, James Bond...

O herhangi bir Bond olabilir mi! Aman karıştırmayın... O arkasındaki teşkilatın bir parçası değil, ta kendisidir. Dağın en yüksek tepesi de değildir. Berideki ve ötedeki dağları bizzat yaratmıştır...

Edebiyatın, kahramanları uçlarda dolaşan türleri olur. Diyelim ki, Bond o kategoriden bir tipleme. Uğraşmayı bırakalım... Zaten ben de Türkiye’den söz etmek istiyordum. Türkiye'nin solundan.

Solda artık tahammül edilmez hale gelen virüs olarak egodan, benmerkezcilikten.

Parantez açıp kendi adıma söyleyeyim; keyfi bir iradeciliğe çok uzak olmakla birlikte, solda esas sorunun iradecilikten değil, nesnelcilikten ve iradesizlikten ileri geldiğine inanıyorum. Sorunun ilacı leninist iradecilikte.

Lenin ne zaman akla gelse devrimci ataklığı çağrıştırır. En az 1980'lerden beri devrimci olmayan bir çağda yaşayan veya düpedüz gerici ortamlara doğmuş kuşaklar olarak, devrimci ataklıktan söz etmek tuhaf mı kaçıyor?

Eğer öyle geliyorsa, bu gibi dönemler için ataklığı “inat” ile değiştirebiliriz.

Bizim devrimci inadımızın en merkezi yerinde “kolektif” arayışı olmak durumundadır.

Devrimci atak için belirli bir niceliğin yeterli olup olmadığını tartışabilirsiniz. Devrimci inat hep azdır ve kucakladığı nicelik yeterli falan olamaz. İnat, modalara, karşıdan esen rüzgarlara direnç değil mi, özünde? Tanım gereği az olan inat saflarının, daha fazla insanla çoğalma umudu olmadan, toplumsallaşmayı iddia etmeden yaşatılması, inadın sürdürülmesi imkansızdır.

Özetin özeti, karşıdan esen rüzgara, fırtınaya kafa tutmanın doğal parçası örgütlenme arayışıdır. Devrimci inadımız kolektifleşme ısrarıdır aynı zamanda.

Türkiye'nin, geçtim toplumun bütününü, işçi sınıfının, yakın geleceğin emekçileri olarak gençliğin örgütsüzlük hali; fazla uzadı... Ek birtakım faktörlerin de teşvikiyle solda son derece ağır bir dejenerasyon ortaya çıktı. Ünlü repliğe atıfla “Bond sendromu” diyebiliriz.

Evlerinde her tarafa ayna yerleştirmiş olmaları yüksek ihtimal. Doğulu lider figürüyle benzeşirler, ama sol olduklarından hem aklı ve kitabı, hem adaleyi ve sokağı aynı anda yüceltirler.

Konu siyasal tarih mi? İlgileri liderlerdedir. Brecht'in sorup duran “okumuş işçisi” sadece bir şiirdir.

Sadece tarihte değil, güncel durumda da bireyin rolüne meraklıdırlar. Farkında değillerdir; tarihte bireyin rolü tartışması öğreticidir. Bugün kendi bireyselliğine kafayı takanın gerçeklikle bağı incelir.

Hastamızın çevresinde çantacılar toplaşır. Hepsine çiçek dağıtılmış, yüksek kariyer umutları zerkedilmiş olmalıdır.

Sendroma yakalanmış arkadaşımız, aklı ve kitabı önemsediğinden okur. Lakin ne okusa zaten bildiği zannına kapıldığından, cehalet baki kalır, üstüne buldumculuk eklenir. Bu durumun kokusunu alan ve lideri parmağında oynatacağını düşünenler vardır bir de. Projeler havada uçuşur. Artık işler çığırından çıkmaktadır...

O noktada virüs yayılmış, iş bireyden çıkmıştır. Bu aşamaya “kolektif kariyerizm” diyoruz. Hayatın “merkezi”nde o kadar çok ben'e yer olmadığından sirkülasyon takip edecektir bunu. Ortalık birbirine diş bileyen ve/veya mahkum, dev aynalı küçük adamlardan geçilmez...

Bu aralar seçimleri tartışıyoruz. Burjuva partilerinde aday adayı kuyruklarına baksanız toplumda örgütlenme oranının tepe yaptığını zannedersiniz! Tam tersidir gerçeklik. Türkiye örgütsüz. Sol çok örgütsüz.

Solda, kavramsal olarak bu kadar fakir, ama bu kadar heyecan uyandıran bir tartışma ortamının yaşanması rastlantı mı?

Meclise girdiğinde şu ana kadar başka liderlerin akıl ve cesaret edemediği şeyler yapacaktır ya; bu uğurda ezeli analizden öteye gidilemediğinin farkına bile varmaz. O analiz faşizm geliyor'dan ibarettir. Yalan değil; gelmiyor mu geliyor... Ama faşizmden kaçarken düzenin restorasyonuna angaje edilmelerine ne diyeceğiz?

- O parti meclise girmeliymiş, yoksa sandalyeleri faşist AKP kaparmış. - Ya öteki? Ana muhalefet o olduğuna göre, asıl onu desteklemek lazımmış. - İyi de onların baraj sorunu olmadığına göre, oylar baraj sorunu olana verilirse, belki de bu yaz hem sol koalisyona hem Kürt sorununun çözümüne ulaşabilirmişiz!

Çocuk aklı desem, çocuklara hakaret... Bu tartışmayı ciddiye alamayıp üstünü kazıma ihtiyacı hissediyorum. İlk tırnak sürtüşünde, büyük lider-aydın-örgütçü elini uzatıyor: “Adım Bond...”

Bilmiyor ki, Bond'un anti-komünist bir külliyatta hayat bulması raslantı değil. Bilmiyor ki, solun ihtiyacı olan “güçlü ben” değil. Meclise girecek kapı arayanlar, solumtrak tartışmaları bıraksınlar, aday adayı kuyruğuna girsinler.

Yanlış anlamayın; lider düşmanı falan değilim. Liderlere saygı duyarım. Ama etrafta entelektüel süsü verilmiş Deniz Gezmiş karikatürü görmekten bıktım!

Bizim iradeciliğimiz keyfi değildir ve liderler bir objektiviteden doğarlar. Lider, örgüt boşluğunu kapatan hokkabaz değildir.

Ah, kapitalist toplumun rekabetçi yaratıkları! Öne çıkmadan yaşanmazmış gibi geliyor bu hayat, değil mi? Madem ki kapitalist toplumda yaşıyoruz, işte bu duyunun örgütlülük tarafından baskılanması gerekiyor. Kolektivite, bireyi kalıba sokmadığında, değil Türkiye solunun mediokratları, en kaliteli aydın bile çürür.

Aydın sorunuyla mı karşı karşıyayız? Hayır; örgütlenmeyen solda aydın da yetişmez.

Örgütsüzlük, bunu kıracak irade ve inatın taşıyıcısı olan aydını çürütmeye çoktan başladı. Yumurta mı tavuk mu diye zaman yitirmemek ve soldaki örgütsüzlüğü kırmak zorundayız.