Türkiye Maçı ‘Akıl’la Kaybetti

Türkiye – Hırvatistan karşılaşması, futbolun geçerli ilkelerine ve takımların karşılıklı konumlarının analizine uygun olarak, beklendiği gibi geçti ve konuk takımın rövanş maçını formaliteye çeviren skorla kazanmasıyla sona erdi. Bu normal sonucu, sadece bir faktör değiştirebilirdi. Onu da, maçın anlatımına yorumlarıyla katılan Rıdvan Dilmen dile getirdi: Heyecan.

Rıdvan, sahada hiçbir varlık gösteremeyen, en güvenilir oyuncuları tel tel dökülen Türkiye için, “bu çocukları bu hale getiren şey sorgulanmalı” dedi. Tamam, futbol açısından geriye gitmişti Türkiye, badirelerden geçiyordu, Hırvatistan’ın da gücü belliydi, yenilmek normaldi, ama Rıdvan’ı yenilgiyi kabullenmişlik öfkelendiriyordu. “Heyecanı tükenmiş bu takımın” dedi. Sebebini de bulmuştu: Hiddink döneminin, akıla, mantığa fazla yer vermesinde, gücünün, daha doğrusu güçsüzlüğünün bilincinde olarak haddini bilen bir futbol anlayışını oturtmaya çalışmasındaydı sorun. Bütün bunları umursamadan, tamamen duygusal bir refleks gösteremiyor, “yeneriz” diyemiyordu takım. Nitekim, Hiddink, maç sonrası demecinde de bunları tekrar ediyor, sonucu soğukkanlı bir biçimde, “başka ne bekliyordunuz ki” özetiyle değerlendiriyordu. Takım, rakibinden zayıftı, e, o zaman haliyle yenilecekti tabii...

Oysa, bu kriterlerle bakıldığında, mucize gibi gelecek başarılar da elde etmişti bu takım. Tümünde, bir hırsın, kazanabileceği inancının, deve kafa tutma cüretinin, yani heyecanın, yani duygunun, yani coşkunun payı büyüktü. Akılın haddinden fazla ağırlık taşır olması, bunu yok etmişti... O zaman, böyle şeylere ihtiyacı olmayan takım, daha organize, daha iyi oyunculu, daha güçlü, daha deneyimli, daha yerinde taktikli ve bunların toplamında kendine güvenli rakip takım, sahadaki titrek takımı sürklase ederek kazanmıştı.

Böyledir “güçler dengesi” hesabı. Oturur, nesnel ölçütlere vurursunuz. Fantezilere, duygulara filan kapılmazsınız. Mesela bakarsınız, sizde bir sapan, rakipte bir tank. Aklınızı kullanır, geri çekilirsiniz... Soğukkanlı, nesnel değerlendirme, mağlup olmanın kaçınılmazlığını vurur suratınıza. Yana çekilir, haydi biraz aklımızı kullanalım bakalım, bu vartayı nasıl atlatırız diye düşünceye dalarsınız. Burada rakibi yenmek zaten mümkün değildir de, badireyi olabildiğince az zararla atlatmaktır artık hedef. Maçı hiç değilse berabere bitirsek, olmadı 2-1 kaybetsek taktiği geliştirmek gibi. “Biz bunlara beş çekeriz be!” demenin, hiçbir karşılığı yoktur bilimsel açıdan. Neredeyse, inanç düzeyinde bir fasaryadır. Dengeler ortadadır işte. Bilumum pozitif bilim türevlerinin yanılmaz soğukluğu, yeşil sahada da istisna tanımaz.

Türkiye, aklın hiçbir kertesinde galibiyete yakın değildi. Kaybetti. Bir tek şey bunu değiştirebilirdi. Onun da bilimsel karşılığı yoktu.

İşte, öyle dönemler vardır ki, herhangi bir mücadele alanı, bu ölçüye gelmez, kantara vurulamaz şeye, inanca, heyecana, coşkuya ihtiyaç duyar. Güçler dengesini gözetmenin, akılcı analizin, soğukkanlı taktiklerin olmazsa olmazlığını cümle alem biliyor artık. Buraya vurgunun gereği, bugün için yok. Ama bütün bu bileşenlerin yetersiz kaldığı durumlarda, bunu bir tamamlayan gerekir.

Türkiye futbol takımı gibi, devrimci hareketin de bir ruh yitimine uğraması riski belirirken, çubuğun, tersine bükülmesi de kendisini dayatır: Heyecan! Coşku! Ruh! Üstelik, sınıf savaşı, bir futbol müsabakası değildir. Bu mücadelede, heyecan, temelsiz bir gaz, duygusallığa damardan üfleme değil, tarih bilincinden gelen, kaçınılmazlığın bilimselliğinden kaynaklanan bir iyimserliğin parçasıdır.

Geçen hafta, sınıf kabalığından, prozodi bilimselliğini takmadan işçi marşları üretmekten bahsederken, bunu, bir futbol maçından hareketle tamamlayacağım aklıma gelmezdi tabii.

Orhan Kemal, Çukurova’nın yoksul emekçilerinin kaderine boyun eğmişliğini anlatırken, peygamberlerin bu topraklara kucak kucak sabır getirdiğini söyler. Liberaller, devrim kaçkınları da, bu topraklara yeterince akıl, sorgulama, soğukkanlılık getirdiler. Mağlubiyetin kaçınılmazlığını, nesnel verileri kullanarak kafalara yeterince kaktılar. Bari hezimet olmasıncılığa, diz çökmeciliği yamadılar. Genele kabullendirdiler. Hırvatistan’ın sağlam defansının, bir hava topunu ıskalamasından medet umar hale gelmiş Türkiye forvetinin boş beklentisi, sosyal alanda, devirmeye güç yetirilemeyeceği kavratılmış sistemden demokratik kırıntılara meyletmekle, ulufeler beklemekle, birkaç pozisyon hediyesi için el pençe divanlığa yansıdı.

Bunu kabullenmeyenler, mücadeleyi sürdürenler, teslim olmayanlar, asla böyle bir beklentiye girmediler elbet, kendi elleriyle kazanma arzusunu, iktidar hedefini yitirmediler. Ama, sütten ağzı yanmışların yoğurdu üfleyerek yemesi sendromu, gözle görülür bir araz olarak dikkati çekiyordu gene de. Akıla akılla, taktiğe taktikle, analize analizle karşı koyma doğruları, güçler dengesini hesaba katan olgunluk, kazanmanın, gücünün ötesine geçmenin temel faktörünü, heyecanı, coşkuyu öteler oldu. Ne kadar “şanlı”lık içerirse içersin, bir yenilgiler tarihi, Sisyphos yanılsamasına, yani vazgeçmeyenlerde de duygu yitimine yol açabilir. Doğal bir durumdur bu, insan söz konusuysa.

Ama hani o, yakın dönemin meydanlarını, grev çadırlarını destanlaştıran marşları vardı ya, hani coşkunun, inancın, azmin, cüretin günleri vardı ya, işte o günlerde, büyümek, akıla meyletmek, incelmek, analizcilik, sınıfı içeren çizgiyle kahramanlık gereği vurgusu önem taşıyordu ya, şimdi bu çubuğu bükmek, realiteye burun kıvırmak, nanik yapmak birincil gibi görünüyor. Tarih, çember değil, helezondur. Bugün, o eksiklerini tamamlamış, çok daha olgunlaşmış, dersler çıkarmış, aklını geliştirmiş bir öncü var artık. Ama bir bedel olarak, o dönemin artılarını yitirmiş, bir psikozla savaşması gereken bir öncü.

Türkiye, futbol maçını kazanabilirdi, nesnel veriler ne derse desin. Devrimci hareket kazanabilir, güçler dengesi ne olursa olsun. Yeter ki, coşkuyu geri getirelim. Heyecanı anımsayalım. Ruhumuzu bulalım...

Bu da, “salt us”un yetmezliği olsun ey Kant...