Sınıf Kabalığı ya da Yok Oluş

“Geliyoruz zincirleri kıra kıra hey! / Burjuvanın kafasına vura vura hey!” Uşşak makamının raks aksağı usulüymüş, biraz da milliyetçi bir donanma marşını andıran güfteye, Sadettin Kaynak’ın yaptığı besteyle “Gemim Gidiyor Baştan” adıyla türkü literatürüne geçmiş bu parçanın aslı. “Deniz eri al demiri vira vira vay! Dolaşalım limanları sıra sıra vay!” Ama, işte birçok devrimci marş gibi sözlerin uyarlandığı hali grev çadırlarından, meydanlardan yükselirdi o zamanlar daha çok. Öyle ki, arada bir diyelim radyoda çalardı orijinali, siz devrimci özünü çarpıtmak için burjuvalar söz uydurmuş diye düşünürdünüz.

“Türkiye işçi sınıfına selam! Selam yaratana!” Bu da, Nâzım Hikmet’in sözlerinden bestelenmiş, ancak eğitimli bir kadronun becerebileceği nitelikte, ciddi müşkül, İstiklal Marşı’na rahmet okutacak düzeyde prozodi açısından sorunlu, dolayısıyla toplu olarak söylenmesine çok nadir rastlanan bir marştı. “Meydanlarda hasretimizi haykıranlara / Toprağa, kitaba, işe hasretimizi / Hasretimizi ay yıldızı esir bayrağımıza!”

Bu marşlardan ilki, tekstil işkolunda yayılan grevlerin bir örneğinde, davullu zurnalı halaya durmuş, patron dayatmalarına direnen işçilerin, grev kırıcılara geçit vermemek için “yaşasın sınıf dayanışması” sloganı eşliğinde giriştiği kavgada söyleniyordu. Sermayenin gücü, “fruko” namlı toplum polisinin saldırısında gözaltına alınan öncü işçiler ve sendika temsilcileri ise, nezarethanede ikincisini koridorlara haykırıyorlardı. Kırılmışlar, ama grevlerini kırdırmamışlardı.

Türkiye’yi sarsan iki gün olarak tarihe geçen 15-16 Haziran’ı yaratanlar, önce sıkıyönetimi, sonra 12 Mart faşizmini yaşamışlar örgütleri, yani elleri kolları budanmış, aydın birikimi, sınıfın genç arkadaşları ipte, kurşunda, hücrede yok edilmiş ama işte sadece birkaç yıl sonra, yeniden yerinden doğrulmuş, bütün bunlar yaşanmamışçasına dimdik meydana çıkmışlardı. Seslenilmişti onlara, gereğini yerine getiriyorlardı. “Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir! Haklı günler, büyük günler! Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri!” Düşmanı yenecek biricik güçtü onlar. Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek sınıfımızdılar.

Şimdi, nereden baktığınıza bağlı olarak, çok uzak ya da daha dün kadar yakın bir tarih dilimi, bir dizi setinde yeniden vücut buluyordu, biz biraz buruk, biraz umutlu anımsamalarla izlerken. O günlerin bir platoda çekimi sürerken, günümüz gerçeğinde yaşananlar da vardı.

Van depremi olmuştu. Cumhuriyet resepsiyonu ve kutlamalar ertelenmişti. KCK operasyonları sürüyordu...

Dönüyordunuz günün gerçeklerinden, ışıkların, kameraların, oyuncuların hummalı bir çalışma yürüttüğü, altı üstü izleyicinin saniyelerle ölçülecek bir sahnede göreceği şeylerin çekimlerine. Anımsıyordunuz.

Deprem, herkes biliyordu ki, doğanın bir cezası değil, sistemin suçuydu. Her deprem, yoksulluğun ve rant düzeninin yerle bir edilmesi gerektiğinin açık göstergesiydi yaşattığı acılarla.

Cumhuriyet, hani şimdi, indirimli tekne turlarında dostlarınızla keyifli bir akşam geçirme etkinliği olarak, kelepir mal gibi pazarlanan cumhuriyet, bir sıçrama tahtasıydı. Gericiliğin her karşı hamlesi, ondan daha ilerisini hedeflediği için, gelinen noktadan bir adım geri gidilmesine de izin vermeyen bir dirençle karşılaşırdı.

Kürt sorunu, sınıf mücadelesinin doğal bir parçasıydı. Sömürge tezleri, feodal yapı, toprak meselesi gibi başlıklar içeren tartışmalar, sosyalizm çözümü dışında bir eksene bağlanamazdı...

Bütün bunlarda, dönülür dönülür, sınıfa bakılırdı.

Sınıfa bakılırdı, çünkü, eğriydi büğrüydü, giderek kitleden kopmuş, yönünü karıştırmıştı, hamdı, öykünmeciydi, koftu, ne derseniz deyin, bütün zaaflarını sayın dökün ve isterseniz haklı olun, ama bir şey inkâr edilemezdi. Sosyalizmi, sınıf iktidarını koymuştu hedefe devrimciler ve bunun dışında bir çözüm arayışı, hükümsüz fanteziydi.

Liberalizm, milliyetçilik, etnik yapılanma, güdük kalmaya, nüfuz edememeye, cılız bir sızma hareketi olarak kalmaya mahkûmdu ana gövdeye baktığınızda. Yüzlerce yanlışını bulmanız, hedefin uzağına düştüğünü saptamanız, bu gerçeği, niyeti, amacı değiştirmiyordu.

Bu böyleydi, çünkü sınıf da “ben varım!” diyordu. Adına konuşanlar, onu yüceltenler, yolunu izlediğini söyleyenler, isterse temas noktalarını kaybetmeye koyulsun, o işine bakıyor, misyonunu sürdürüyordu. Hiza veriyordu.

Bugün kan kadar karmaşıksa kafalar, geçmişin cılız sızıntıları ana akım halini almışsa, işte o hizaya getiren sınıfın sessizliğindendir. Neden böyle olduğu, bunda sosyalistlerin pay oranı, ayrı tartışma konusudur. 12 Eylül’ün çıplak zor niteliğine kafayı takıp, adım adım yeni bir sistemle birlikte insan da inşa edişinin ıskalanmasına öfkemiz, bu analizin sağlıklı yapılmasına engel oluşundandır.

Ama bunların üzerinde durmayalım. “Geliyoruz zincirleri kıra kıra hey!”i yeniden çadırlarda, meydanlarda duyma “kaba”lığına dönmenin yolunu bulalım, bunun raks aksağı olup olmadığı “ince”liğine takılmayalım. Prozodi problemleri değil, yeniden sınıfı selamlayan marşlardır kafamızı kurcalaması gereken. Soru işaretlerinden, ünlemlere geçiş zamanıdır.

Çünkü yaşadık gördük, yaşıyoruz görüyoruz. Ya işçi sınıfına, sosyalizme dönecek yüzümüz, ama eksik gedik, ama kırık dökük, ya da milliyetçiliğin, gericiliğin, piyasacılığın aymaz alkışçıları olup, dizilere bakarak, “hey gidi!” diyeceğiz. Başka bir seçenek yok!

Sınıfa! Sosyalizme! İşte böyle kaba sloganlı, bol ünlemli, kalın bir hat ya da piyasanın, gericiliğin boyunduruğunda, milliyetçi boğazlaşmaya ramak kalmış bir ülkede, indirimli tekne gezileri... Ha, bizi hizaya sokacak bir sınıf mı yok? E, bizim işimiz başka ne ki?