Laiklik hakkı: tartışmadan öte gerçekler (II)

 

Direnme hakkı gibi, laiklik hakkı da birtakım nitelendirmelere bağlanarak yasama yoluyla düzenlenemeyeceği gibi, yine yasama yoluyla engellenemez. Düzenlenemez, çünkü her nitelendirme aynı zamanda sınırlandırma getirir; bu haklar sınırlanamaz. Engellenemez, çünkü bu haklar, haklar mücadelesinin başlatıcısı ve yaşatıcısıdır; engellendiği an diğer kazanılan hakların budanması da hızlanır.  

Kaldı ki, parasal ve dinsel gücü sınırsızca kullanan düzene karşı direnmenin ve mücadelenin kuralı aynı gücün sahipleri tarafından konulamaz.  Hırsızlığa karşı mücadelenin kuralları hırsızlar tarafından, cinayet ve katliamlara karşı mücadelenin kuralları katiller tarafından, gericiliğe karşı mücadelenin kuralları yobazlar tarafından, sömürü düzenine karşı mücadelenin kuralları sermaye tarafından konulamaz; konulursa yalnızca kural koyanların hukuku olur.  

Direnme hakkı ve laiklik hakkı, diyalektik gereği zaten her türlü baskıya, şiddete, sömürüye, akıl ve bilim ötesi dayatmalara ve bunların sözde hukukuna karşıdır. Diğer deyişle her iki hak, tüm hakların, eşitleştirilmiş, özgürleştirilmiş, adaletli toplumun varlığını koruma hedefine yöneliktir.   

Tarihsel mücadelelerin birikimiyle örülmüş 1789’u esas alırsak, öncesine “tanrısal dönem” başlığını atabiliriz. Bu dönemin şiddet, savaş, karanlık ve sömürülerinin en güçlü dayanağı din olmuş; iç ve dış egemenlik çatışmaları dinsellik kılıfına dayandırılarak gizlenmiş.

1789 ve sonrası gelen aydınlanma, hem önemli bir direnme adımı hem de dinselliğe başkaldırı… Aydınlanma, insanlık ve akıl adına kazanımlara imza atıyor ama hükmedenlerin “milliyetçilik sevdasını” ve “kutsallık sığınmasını” da engelleyemiyor. 1900’lerin başında Alman kasatura kayışlarında yazan “gott mit uns” (tanrı bizimle), aydınlanmaya karşı savaşın işareti. Bu dönemin “sömürge kılıfı”, antilaiklik (dinselleştirme) ile laik görüntünün hamuruyla hazırlanıyor.

Bu değişimlerin akışında, dönüşüme imza atan tarih 1917. Ne milliyetçiliğin ne de dinselliğin belirleyici olduğu, işçi sınıfının gücüyle oluşmuş sınıfsız sömürüsüz dünya. Bu dünyaya karşı saldırı ve sermaye sınıfının düzenini koruma araçları yine aynı başlıklara dayanıyor: milliyetçilik ve dinsellik…

Kısa özetin 1980’lerle kök salan ve bugünlere gelen, uzlaşmacılığı tavana vurmuş gibi gösteren devamı neoliberalizmi işaret ediyor. Laiklik görüntüsü altındaki gizli güç yine dinsellik… Kapitalist/emperyalist dünyanın her krizinde, her savaşında etnik ve dinsel yapı devreye sokuluyor, dinselliğin her türlüsü ve mezhebi sömürü düzeninin aracı haline geliyor.          

Bu tabloda Türkiye’yi, 12 Eylül 1980 ve devamında tüm klinik örneklerin buluştuğu, “ılımlı (uyumlu) islam” kavramının “din bu toplumun gerçeği” yanılsamasıyla satıldığı sermaye düzeninin rakipsiz arenası olarak tanımlayabiliriz. Sınıfsal ve aydınlanmacı mücadelelerin, düzen içi muhalefetin elinde “varmış gibi gösterilip” eritildiği bir arena…

AKP dönemi, bu arenadaki tüm olumsuzlukların toplandığı, toplumsal yaşam tarzına, siyasete, devlete ve başta eğitim olmak üzere tüm kamusal hizmetlere el atıldığı; yürürlükteki kuralların, parasal ve dinsel güç iradesine göre yorumlanarak uygulandığı, aynı irade doğrultusunda değiştirildiği ya da yeni kurallar yazıldığı örneklerle dolu.

Artık yalnızca, AKP hükümeti değil, yasama ve yargı da Anayasa’nın askıya alınmasında ve uzantısı olarak teslimiyette sakınca görmüyor. Artık, resmi adıyla “T.C. Devleti”nin dayanağı olan Anayasa ile kural ve kurumlar, yalnızca sermaye düzenine, gericiliğe ve siyasal iktidara hizmet ediyor. Yandaş olmadıkça, halk yok; işçiler ve emekçiler hiç yok.

Bu sınırsız tahakküm düğümü, ne sözde seçim ve demokrasi oyunlarıyla ne de sermayenin egemenliğindeki “en iyi iktidar seçenekleri” ile çözülebilir. Sömürü düzenine karşı direnmeyi sınırlandıran en büyük engel, ilahi hak anlayışının içinde eritilmiş beyinlerdir.       

Bir tarafında “çatışmayı yok eden” vicdan özgürlüğü, diğer tarafında “özel tutum ve ayrıcalığı yasaklayan” hak eşitliği olan raylar üzerine oturan laiklik hakkı, aklın ve bilimin gölgelenmesini önleyerek, mücadeleyi gerçek zeminine, sınıfsal karşıtlığa çeker. Laiklik hakkının zedelendiği, yara aldığı, sınırlandırıldığı, eğilip büküldüğü her ortamda ne vicdan özgürlüğü ve hak eşitliği kalır ne de gerçek mücadele…

Özgürlük ve eşitlik diyalektiği, zamana ve mekana göre dinsel ayrıcalık tanımaz. Bu özelliğiyle tüm temel hak ve özgürlüklerin hukuksal ve yaşamsal güvencesi laiklikle sağlanır.

Hak kavramı, ne liberalizmin ne de dinselliğin tekelindedir. Hak mücadelelerinin, hangi mekanda ve zaman diliminde neye karşı verildiği kadar ne için verildiği de önemlidir. Bugün  laiklik ve aydınlanma mücadelesi, AKP tarafından yönetilen gericiliğe ve sermaye düzenine karşı verilirken, aynı zamanda bu düzenin yıkılıp, devrimci mücadelenin zaferi için de verilmelidir.  

İnsanla toplumu, toplumla siyaseti, siyasetle devleti, devletle hukuku buluşturan tüm unsurlar kaynağını insan aklından alır. “Toplumsal ilişkilerin ürünü” olan insanın aklını kendi iradesiyle kullanmasının; toplumsal gerçekçi düzenin kurulmasının ve bu düzenin hukukunun yaratılmasının belirleyicisi, sömürü düzeninin ve gericiliğin güdümündeki akıllar değil sınıfsız/sömürüsüz toplum ve laiklik için mücadeledir.