Öyleyse ve sözün kısası, o cumhuriyetimiz için üzülmekten, bir de, üzülmeyi tadında bırakıp yenisini kurmaktan başka ne yapılabilir?

Yüz yıl sonra

Cumhuriyetimiz bunu hak etmiş miydi?

Doğanın böyle dehşetli bir vuruşu biraz önce ya da biraz sonra yapmasının da mümkün olduğuna, buradaki biraz sözcüğü bir iki yıllık bir süreye karşılık gelmek üzere, bu alanda çalışan bilim insanları itiraz etmeyeceklerdir. Anlayabildiğimiz kadarıyla, bugüne kadarki bilimsel ilerleme, öncesiz ve sonrasız zamanın yıl diye tanımladığımız küçücük parçalarından hangisinde olacağını söyleyemiyor. Bu ölçüde ya da buna yakın bir kesinlik yok henüz. İleride olabilir mi? Yine bugünkü bilgi düzeyinde, hayır yanıtı öne çıkıyor. Ama “bugünkü bilgi düzeyi” sınırlamasının altını çizmek gerek. Bu sınırlama kaldırıldıkça, hayır yerine “olasıdır” yanıtı geçebilir.

Bu cumhuriyetimizin savunucuları arasında yer alanların kimileri, hurafelere kulak vermeye eğilimli iyi niyetliler diyelim, tam da yüzüncü yılını yaşarken böyle bir yıkımı hak etmemişti, diye düşünüyor olabilirler. Buna karşılık, yerle bir edilmiş demeye içiniz elvermiyorsa bile, çoktan beri birçok bakımdan tanınmaz duruma gelmiş olduğunu kabul etmeniz gerekir, denebilir onlara. 

“Kimsesizlerin kimsesi” olmak üzere yola çıkıp o hedefin ulaşılmaz olduğu bir evreye gelmiştir birinci cumhuriyetimiz. Bu evrenin güncel siyasal-toplumsal göstergeleri arasında ibretlik örnekler yaşanıyor: depremle ilgili gerçeklerin örtbas edilmesine yönelik en kaba yasaklar, zaten pek eksikli olan retorik ile polemiğin yerini dangıl dungul bir tehdit ve sövgü ortamının alması, yıkım bölgelerine yardıma gitmenin işten çıkarma gerekçesi sayılması, muhaliflerce düzenlenen yardım çabalarının karşısına siber saldırılar ve çeşitli engeller çıkartılması, daha neler neler… Bundan sonrakiler de cabası olacak, diyebiliriz.

Öyleyse ve sözün kısası, o cumhuriyetimiz için üzülmekten, bir de, üzülmeyi tadında bırakıp yenisini kurmaktan başka ne yapılabilir? Yenisinin eskisinden yapmak üzere öğrenecekleri pek az, yapmamak için ders alacakları çok fazladır. Bunun doğayla ilgili olan ya da olmayan her darbede bir altın kural olarak karşımıza çıktığı görülüyor.

Ardından gelen üçüncü haftayı tamamlamak üzereyken hâlâ halkımızın en ilkel ihtiyaçlarının peşinden koşmak zorunda bırakıldığı büyük yıkım da bu altın kuralı bir kez daha gözümüze sokuyor. Tarifsiz acılar içindeki insanların beynini yıkamak için ortaya atılıp her türlü araçla yinelenen yalanlara kanmamak da var o kuralın içinde. Bu yalanlardan birini korona günlerinden de hatırlıyoruz. Salgının sınıf farkı gözetmediği söyleniyordu o zamanlar, üstelik ciddi mücadele verenlerin içindeki bir kesim de böyle yanılgılara düşebiliyordu. Şimdi de deprem felaketine aynı eşitlikçi tutum yakıştırılıyor. Ne büyük aymazlık!

Oysa, deprem yalnız zenginle yoksulu çok farklı şiddette vurmakla kalmıyor, sonrasında onarım gerekçesiyle yapılıp edilenler de sınıflar arasında farklılıklar gösteriyor. Örnek olsun, Alpaslan Savaş Çarşamba günü çıkarılan bir Cumhurbaşkanlığı kararından söz ederken şöyle diyordu: “Bölgede sendikaların yetki tespiti, toplu iş sözleşmesi, uyuşmazlık ve grev süreçleri OHAL süresi boyunca durduruldu. Bu, deprem bölgesinde sendikal örgütlenme yapılamayacak, anlamına geliyor! Toplu sözleşme imzalanamayacak, greve çıkılamayacak ve sendikalar yetki alamayacak.

Eh, işte, depremin yaralarını sarmak için işçilerin öyle sendikaydı, toplu sözleşmeydi, grevdi zararlı işlerle uğraşmamaları gerekiyor. Ya ne yapacaklar?

Onu da yine aynı gün burada okuduğumuz Recep Demir imzalı haberden öğreniyoruz:

Yasin, Malatya'da yaşayan depremzede bir tekstil işçisi. Malatya'nın en yoksul mahallerinin birinde yaşıyor ve yaşadığı yerin depremden etkilenip etkilenmediğini sorduğumuzda ‘Bizim mahalle Malatya'nın en fakir yerlerinden. Evler eski, çürük, kötü durumda. Deprem ilk bizi vurdu’ cevabını veriyor. 

Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, daha depremin ilk haftası yeni dolmuşken Yasin'i işyerinden arıyorlar ve iş başı yapılacağını bildiriyorlar. Burası Malatya Yeşilyurt OSB içinde ve yıllık kârı belki bir insanı ömür boyunca rahat ettirecek miktarlarda. 500'den fazla çalışanı olan işletmede neredeyse tüm işçiler depremden doğrudan etkilenmiş durumda. Tüm Türkiye'yi etkileyen bu deprem patronu hiç etkilememiş olacak ki hiçbir şey yokmuş gibi depremin birinci haftası biter bitmez işçileri işe çağırıyor. Yasin'i de işe çağırıyorlar ancak Yasin ailesini bu durumda bırakıp gelmeyeceğini, orada barınma, yeme-içme, duş gibi ihtiyaçlarını gidermesinin çok zor olduğunu, zaten bu yüzden şehir dışına yerleştirildiklerini söylüyor. Yasin, kendilerine baskı uyguladıklarını, işten çıkarmakla tehdit ettiklerini, hatta bu tehditlere ve baskılara dayanamayan bazı arkadaşlarının işbaşı yapmak zorunda kaldığını belirtiyor.

Yasin örgütlenmenin, bir araya gelmenin önemini vurgulayarak ‘Çoğu arkadaşımdan doğru düzgün haber alamıyorum. Vardiyaların farklı olduğu arkadaşların nerede olduklarını da bilmiyorum. Eminim çoğu işçi arkadaşıma aynı baskı uygulanıyordur. Ama orayı zengin edenin biz olduğumuzu patronlar da biliyor ki bizi ısrarla işe çağırıyorlar. Bunu bilip utanmadan sıkılmadan tehdit ediyorlar, gelmezsek tazminatsız işten çıkaracağız diye. İşçi arkadaşlar haklarını bilmeyince, yalnız hissedince boyun eğmek zorunda kalıyor ama biz birlik olursak, aynı ağızla konuşup ona göre davranırsak hiçbir şey yapamazlar. Ne olacak sanki bu ay kâr etmeseler. Şu zamana kadar ettikleri kârı bir bilseniz... Onların yine gidecek evleri var, paraları var, her şeyleri var. Ya bizim? Bizim zaten çok kötüydü, o kötü olan da gitti. Onlar bizden anlayış bekleyip iş başı yapmamızı istiyorlar ya, asıl biz anlayış bekliyoruz. Hatta hakkımız var onlarda, hakkımızı istiyoruz’ diyor.

Doğru diyor. Böyle diyebilen işçiler çoğaldıkça, işimiz kolaylaşacaktır.

Bu arada, yanlış anlamalara yol açılmamalı: Patron da insandır elbet ve deprem patrondu işçiydi diye bakmaz. Daha doğru bir anlatımla, depremin yol açtığı yıkıntılar, işçiyi öldürdüğü gibi patronu da üstüne çöküp altına alıp öldürür. Bir koşulu var yalnız: Olur a, ikisi de aynı apartmanda  oturuyorsa eğer! Öldürmese bile deprem, işyerini yıkıp patronu da zor durumda bırakabilir, binasını sağlam yaptırmadıysa yahut sigortalatmayı falan ihmal ettiyse…

Dün burada yer verilen Mehmet Tüzün imzalı yazı, deprem ve bağlantılı kentsel dönüşümün ekonomi politiği ile ilgili kapsamlı okuma ve incelemeler için iyi bir başlangıç sağlayacaktır.

Sözü uzatmadan yine Nâzım’a bırakalım, iki hafta önce de öyle yapmıştık. Bu kez “Ölüme Dair” başlıklı şiirinin tümünü değil bir bölümünü aktaralım. Mapuslarda ne çok şiir yazmış, demeden geçemiyoruz; bu dizeler de onların birinden:

Bir eski Acem şairi:
“Ölüm âdildir”- diyor,-
“aynı haşmetle vurur şahı fakiri.”

Hâşim, 
neden şaşırıyorsunuz? 
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
          herhangi bir şahın bir gemi ambarında
                              bir kömür küfesiyle öldüğünü?

Bir eski Acem şairi:
“Ölüm âdildir”- diyor.
Yakup, 
ne güzel güldünüz iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir…
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi…
“Ölüm âdil…”
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için 
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz…