''Düzen kendi çoklu krizini de bir türlü aşamıyorken, doğru yerde konumlanmış bir sol siyaseti hızlıca özneleştirebilir, aktör haline getirebilir.''
Bir ara AKP büyük şehirlerin kimi noktalarına sebze-meyve tanzim satış noktaları kurmuştu ve kimi ahmak liberaller de buna bakarak AKP’yi “komünist” ilan etmişti. AKP, serbest piyasa ekonomisine müdahale ediyordu, demek ki komünistti…
Dünyanın hiçbir yerinde saf anlamda bir “serbest piyasa ekonomisi” olmadığı gerçeğini bilmediği gibi, devletin ekonomiye yönelik her müdahalesini -ki bu müdahaleler sermayenin yararına olduğu halde- komünistlik sanan bir akılsızlık hali vardı karşımızda.
Bugün gelinen noktada AKP’nin “komünistliğini” görebiliyoruz.
TÜİK’in pazartesi günü açıkladığı verilerden yola çıkarak hazırlanan DİSK Araştırma Merkezi Raporu’na göre 2012 yılında ülkedeki en zengin yüzde beşin geliri en yoksul yüzde beşin gelirinin yirmi katıyken bugün bu fark tam otuz bir katına çıkmış.
En yüksek yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay 2013'te yüzde 45,9 iken 2022'de yüzde 49,8'e yükselmiş, en düşük yüzde 20'nin payı ise aynı dönemde 6,2'den 5,9 a gerilemiş.
Üstelik bu gerileme sadece en düşük gelir gruplarında söz konusu olmamış; ilk yüzde yirmilik dilimin gelirden aldığı pay artarken, geriye kalan yüzde seksenin hepsinin gelirden aldığı pay azalmış, yani yoksulluk beyaz yaka-mavi yaka ya da orta sınıf-alt sınıf fark etmeksizin genelleşmiş, yaygınlaşmış ve derinleşmiş.
Peki mesele sadece reel gelirlerin gerilemesi mi, yoksullaşma mekanizmaları sadece böyle mi işliyor?
Elbette ki hayır! Geçtiğimiz günlerde yayınlanan verilere göre Türkiye’de işçiler, çalışanlar, Aralık ayında patronlardan yüzde 322 daha fazla vergi ödemiş ki bunu genele yayabiliriz ve vergi yükünün dolaylı vergiler ve bordroda kesilen gelir vergisi üzerinden bütünüyle emeğiyle geçinenlerin sırtında olduğunu, bankaların, holdinglerin, şirketlerin ise doğru dürüst vergi vermediğini söyleyebiliriz.
Dünyanın en zengin isimlerinden biri olan Warren Buffet The New York Times’a verdiği bir röportajda “sınıf savaşı var; ama bunu benim sınıfım, zenginler yürütüyor ve biz kazanıyoruz” diyor, ben de bu köşede 22 Aralık 2021’de yayınlanan “Tepeden sınıf mücadelesi: Hazine garantili hayatlar ve diğerleri” adlı yazımda şöyle demiştim:
Bugün Türkiye’de sermaye sınıfının bütün fraksiyonları ve sermaye sınıfının “icra komitesi” gibi çalışan iktidar, bütün emekçilere, bütün çalışanlara, bütün alt sınıflara yoğun bir şekilde saldırmakta, bu da emekçilerin giderek yoksullaştığı, sermaye sınıfının ise giderek zenginleştiği bir tabloyu beraberinde getirmektedir.
Evet tam da kendi sınıfının bilinciyle konuşan Buffet’ın dediği gibi tüm dünyada zenginler yoksullara karşı tepeden bir sınıf savaşı yürütüyor ve Türkiye bu tepeden saldırının en aleni, en vahşi şekilde yaşandığı ülkelerden biri.
Durum buyken iktidara “komünistlik” atfeden liberal ahmaklıktan az önce söz etmiştik; peki o ahmaklığın üvey kardeşi ulusalcılığın AKP’ye anti-emperyalistlik, Amerikan karşıtlığı vs. atfetmesi?
Bunun nasıl boşa düştüğünü yıllardır birebir yaşayarak zaten görüyoruz; İsveç meselesinde ise bir kez daha gördük. Kara komik bir örnek olsun, Aydınlık gazetesinin Erdoğan’a sanki görüşülmesi için Meclis’e gönderen bizzat Erdoğan’ın kendisi değilmiş gibi Meclis’ten çıkan kararı imzalamaması adına manşetten çağrı yaptığı günden bir gün önce Erdoğan kararı imzalamıştı. Yani gazete daha matbaaya giderken çoktan Saray’dan imza çıkmış, hem de ıslak imzalı versiyonu bir uçakla ABD’ye gönderilmişti.
Doğu Akdeniz, Mavi Vatan, Libya, Suriye, Mısır… İktidar emperyal fantezilerini sahaya sürdükçe ya da “terörle mücadele” edebiyatı yaptıkça sadece Aydınlık çevresi değil, farklı ulusalcı kesimler, emekli komutanlar vs. “milli çıkarlar” adı altında iştahla bu fantezilerin arkasına dizilmişlerdi, neyin ne olduğu ise zamanla anlaşıldı.
Bundan ders çıkarmayacakları açıktır fıtratları gereği elbette ama gören gözler için durum son derece ibretliktir.
Herkesin AKP’ye baktığında AKP’de kendinden bir şeyler görebilmesi ve kendi çıkarlarını AKP’yle ortaklaştırabileceğini düşünmesi AKP’nin belki de en büyük şansı ve başarısıdır; çünkü bu aynı zamanda her dönem farklı kesimlerin farklı şekillerde AKP’yle iş tutabilmesini beraberinde getirmektedir.
Bu ise sadece liberaller ya da ulusalcılarla sınırlı değildir; örneğin bir dönem AKP’den Türkiye’yi demokratikleştirmesi, “derin devlet”le hesaplaşması ya da Kürt sorununu çözmesi de beklenmiş, AKP’nin bu ülkeye sahici bir barış getirebileceğine inanılmış, buna itiraz edenlere de ulusalcı/milliyetçi damgası vurulmuştur.
Türkiye 31 Mart seçimlerine doğru gidiyor ve bu sözünü ettiğim durum artık yeni bir evreye geçmiş durumda görünüyor. Bugün düzen siyasetinin bütün aktörleri –belki özel durumu nedeniyle İmamoğlu hariç- AKP’ye kaybettirmek için değil AKP’nin kazanması halinde rejimin muhalefet kontenjanının neresine dâhil olabileceklerini hesaplayarak bir strateji geliştiriyorlar.
CHP içerisinde Özel-İmamoğlu ekibinin gerilimleri, Kılıçdaroğlu ekibinin olası bir seçim yenilgisi sonrası partiyi kurultaya götürme hayalleri, belediye başkan adayları üzerinden verilen güç mücadelesi, İYİP’in kaybetmiş bir CHP’nin yerini alabileceği düşüncesi, Muharrem İnce’nin kifayetsiz muhterisliğiyle yaptığı planlar, Özdağ’ın ırkçılık ve yalan üzerine kurulu siyasetiyle muhalefete “çakması”, Demirtaş’ın cezaevinden yaptığı İstanbul müdahalesi, kayyumlar üzerinden yürümeme ihtimali olmayan birtakım pazarlık vari girişimler…
Bunların hepsi 22 yıllık ve rejim inşa eden, devletleşmiş bir partiye kaybettirmek, onu yenmek üzerine değil; onun kazandığı bir konjonktürde kendisine nasıl bir siyasal alan açılacağı hesabıyla birbirine kaybettirmek üzerine kurulu bir muhalefete işaret ediyor.
Bu noktada “e ne bekliyoruz ki, adı üstünde düzen muhalefeti” denilebilir ama hayır, düzen muhalefeti olmak bile asgari düzeyde iktidarı indirmeyi ve yerine talip olmayı içerir. Türkiye’de ise düzen siyaseti bu asgari ölçütü dahi kaybetmiş durumda. Kimse AKP ve Erdoğan’ın olmadığı bir senaryoyu hayal edemiyor, hayal edemediği için de hayata geçirecek bir hamle yapmıyor, bunun yerine bütün hesap kitap AKP ve Erdoğan’lı tabloya neresinden dâhil olunacağı üzerine kuruluyor.
Bu yazının yazıldığı gün, yani salı günü, ya da bu hafta içerisinde belki de Can Atalay kararı Meclis’te okunarak Atalay’ın vekilliği düşürülecek ve anayasasızlaştırma sürecinde yeni bir evreye geçilmiş olacak. Atalay için yapılacak olan ve “anayasaya saygı” adı verilen ama iptal edilen mitingi ne oldu, “anayasal darbeye karşı direnme” çağrısı ne oldu, Atalay için yapılabilecekler neydi, neler yapılabilirdi, neler yapılmadı?
Tüm bu sorular ve yanıtları Türkiye’de muhalefetin ve siyasetin içerisinde bulunduğu tabloyu gösteriyor, bu tablo ise çok net bir şekilde söyleyelim koyu bir karanlıktan ibaret.
Ancak bu tablo da değişmez değil; ortada bir kriz durumu varsa ki var, o kriz durumları hep iki uçludur; dolayısıyla yapılacak doğru hamleler ve doğru müdahaleler, Türkiye’nin düzeni bütünüyle sağa çekmiş, muhalefeti de Erdoğan’a biat etmişken ama öte yandan düzen kendi çoklu krizini de bir türlü aşamıyorken, doğru yerde konumlanmış bir sol siyaseti hızlıca özneleştirebilir, aktör haline getirebilir.
Bunun için doğru konumlanmanın ne olduğu da artık iyice netleşmiş durumdadır: Cumhuriyet’in kazanımlarını savunma hattından gram taviz vermeden ama hangi sınıfın siyasetini yaptığımızı da zerre unutmadan cumhuriyetçilikle sosyalizmi bir araya getirmek, laiklik mücadelesiyle emek mücadelesini ortaklaştırmak, milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı yurtseverlikle anti-emperyalizmi yükseltmek ve tüm bunları topluma doğru araçlarla, doğru bir dille anlatabilmek…
Eğer bu olmazsa, hep söylediğimiz üzere, bildiğimiz anlamda bir Türkiye de olmayacaktır.