Toplum artık çok net bir şekilde “hazine garantili hayatlar”la ötekiler şeklinde ikiye ayrılmış durumda ve ötekilerin yaşamaya dair hiçbir garantileri yok.
James Petras, “Tekelci Sermaye Saldırıyor: Tepeden Sınıf Mücadelesi” adlı yazısında (Yol, Mayıs 2019), sermaye sınıfının bütün fraksiyonlarının ve yönetici sınıfın bütün üyelerinin çalışan sınıflara topyekûn saldırısı anlamında “tepeden sınıf mücadelesi” kavramını kullanır.
Şu an yaşadığımız süreci tam olarak böyle nitelendirebiliriz. Bugün Türkiye’de sermaye sınıfının bütün fraksiyonları ve sermaye sınıfının “icra komitesi” gibi çalışan iktidar, bütün emekçilere, bütün çalışanlara, bütün alt sınıflara yoğun bir şekilde saldırmakta, bu da emekçilerin giderek yoksullaştığı, sermaye sınıfının ise giderek zenginleştiği bir tabloyu beraberinde getirmektedir.
Sözünü ettiğimiz saldırının boyutlarını görmek için son birkaç haftadır yaşananlara biraz daha yakından bakalım. Yeni Ekonomik Model, döviz kurlarındaki astronomik yükseliş, asgari ücret tartışmaları ve son olarak da pazartesi günü açıklanan TL’yi özendirme paketi… Bunların hepsi “tepeden sınıf mücadelesi”nin birer unsuru olarak duruyor karşımızda.
Yeni Ekonomik Model dedikleri şey tam olarak neydi? Faizlerin düşürülmesi aracılığıyla “rekabetçi kur” adı altında döviz kurlarının yükseltilip yerli paranın devalüe edilmesi, yani değerinin düşürülmesiydi. Bunun ise üç kaçınılmaz sonucu vardı ve üçü de biliniyordu: İlki yaşanacak enflayonla birlikte halkın alım gücünün hızlı bir şekilde azalması, yani yoksulluğun derinleşmesi, ikincisi ücretlerin reel olarak aşağıya düşmesi ve köleci bir emek rejiminin ortaya çıkması, üçüncüsü ise kamusal varlıkların haraç mezat satılmasının önünün açılması. Peki tüm bunlardan kazançlı olarak çıkacak olanlar kimlerdi? Elbette ki patronlar, elbette ki sermaye sınıfı.
Yeni Ekonomik Model’e bağlı olarak ortaya çıkan döviz kurlarındaki yükseliş kime yaradı peki? Elbette ki başta finansal sermaye olmak üzere yine patron sınıfına. Dövizde ortaya çıkan oynaklık, elinde parası olanların spekülatif yöntemlerle ve al-sat yaparak akla hayale gelmeyecek paralar kazanmalarıyla sonuçlandı. Büyük çoğunluğun dolar, altın vs. alacak parası zaten yoktu ama artan dolarizasyonu görüp küçük de olsa birikimlerini bu enstrümanlarda değerlendirmeye kalkışanlar ise pazartesi günü Erdoğan’ın açıklaması sonrası hızla düşen döviz kurları nedeniyle ellerindeki avuçlarını da büyük ölçüde yitirmiş oldular.
Gelelim asgari ücrete… Türkiye’de yılın sonuna doğru, yani asgari ücret görüşmelerinin yapılacağı günlerde kamuoyunda da yoğun bir şekilde asgari ücret tartışması yaşanır. Bu sene de aynısı oldu ama geçmiş yıllardan farklı olarak bu sene bu tartışma krizin ve derin yoksullaşmanın gölgesinde yapıldı.
Bu nedenle hem tartışma yoğundu hem beklenti büyüktü, ancak sonuç kaçınılmaz olarak bir hayal kırıklığı oldu ve bu kaçınılmazdı. Çünkü masada patron temsilcileri, patronların iktidarının temsilcileri ve patronların çıkarları adına hareket eden ve “güya” sözcüğünü sonuna kadar hak eden bir işçi sendikası vardı.
Hal böyle olunca da işçilere yapılan zam TL bazında görece iyi görünse de, dolar bazında sene boyunca yitirilenin yerine konması bile söz konusu olmadı ve işçilerin reel alım gücü geçen yıla göre düşürülmüş oldu. Üstelik bu yapılırken, çalışanların çoğu asgari ücret seviyesinde bir gelirle çalışmaya mecbur bırakılmış, yani ortaya bir “asgari ücret toplumu” çıkmış durumdaydı.
Peki ya TL’yi teşvik paketi? Onun sınıfsal boyutunda neler vardı?
Paketin en önemli maddesi olan “kur garantili mevduat” uygulamasına geleceğiz ama önce diğer maddelere bakalım.
Bu paketle, birincisi, bireysel emeklilik primlerine devletin sağlamış olduğu destek oranı yüzde yirmi beşten yüzde otuza çıkartıldı. Yani halkı bireysel emekliliğe teşvik etmek ve böylelikle sosyal devlete ait olması gereken bir görevi şirketler için bir kâr unsuruna dönüştürmek diye özetleyebileceğimiz bir mekanizmaya, kamudan, yani halkın vergilerinden aktarılan miktar daha da çoğaltılmış oldu.
İkincisi, kredi garanti fonu aracılığıyla firmalara kredi havuzunun genişletileceği ve firmalara ucuz kredi verileceği söylendi ki, uzunca bir süredir aralıklarla başvurulan bu uygulama yine halkın cebinden toplanan paraların düşük faizlerle işletmelere kullandırılmasından başka bir anlama gelmiyordu.
Üçüncüsü “uluslararası rekabeti artırmak” gerekçesiyle ihracat ve sanayi şirketlerinin kurumlar vergisinde yüzde bir indirime gidileceği söylendi. Böylece, devletin sınıfsal tercihleri nedeniyle ve sayısız istisna ve muafiyet sayesinde zaten vergi gelirleri içerisindeki payı kazançlarıyla oranlandığında son derece düşük olan şirketlerin ödeyeceği vergi miktarı biraz daha azaltılmış oldu.
Dördüncüsü, ihracatçı firmaların döviz kuru nedeniyle fiyat vermede zorlandıkları tespitinden hareketle bu firmalara Merkez Bankası tarafından ileri vadeli kur verilmesine ve aradaki kur farkının TL olarak ihracatçı firmalara ödenmesine karar verildi. Yani buradan da bir kez daha kamu kaynaklarının sermayeye aktarımına dair bir mekanizma yaratılması sağlandı.
Kamuoyunun asıl konuştuğu ve kurların hızla aşağıya çekilmesine yol açan “kur garantili mevduat” meselesine gelince…
Bu düzenlemeyle, bankada mevduatı olan ve enflasyonla faiz arasındaki fark nedeniyle dolara kaçan para sahiplerine “durun, bir yere gitmeyin”, gidenlere de “geri dönün” denilmiş oldu. Bunun için de eğer belli bir vade sonunda elde edilen faiz, döviz kurunun o vadedeki getirisinden az olursa, aradaki farkın hazine/devlet tarafından, yani halktan toplanan vergilerle ödenmesi garantisi verildi. Bankada bir milyon liranın üzerinde parası olan kişi sayısı 300 bin olduğuna göre, bu kararın 80 milyon kişinin bu üç yüz bin kişiye çalışması anlamına geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz dolayısıyla.
O halde bütün başlıkları bir araya getirdiğimizde görmemiz gereken şey şu ki, ortada kamu kaynaklarının özel şirketlere/kişilere ve emekçi halkın cebinden alınanların sermayenin cebine konmasına dair hızlandırılmış bir süreç, bir “tepeden sınıf savaşı” var.
Bunun bu kadar aleni bir şekilde yapılabilmesinin nedeni ise bu “tepeden sınıf savaşı”nın karşısına henüz bir “alttan sınıf savaşı”nın çıkmamış olması. Oysa toplum artık çok net bir şekilde “hazine garantili hayatlar”la ötekiler şeklinde ikiye ayrılmış durumda ve ötekilerin yaşamaya dair hiçbir garantileri yok.
Eğer yaşamaya dair garantileri olmayanlar bir sınıf olarak bir araya gelmez ve kendilerine yönelik yürütülen “tepeden sınıf savaşı”na bir yanıt vermezlerse, küçük bir azınlık hazine garantili bir şekilde yaşamaya devam ederken, onların payına düşen asgari bir hayattan, yaşamaktan başka her şeye benzeyen bir yaşamdan daha fazlası olmayacak.