Tarikatlarla cemaatlerin 'sosyolojik bir gerçeklik' oldukları, yapılan değerlendirmelerin de buna göre uygun olması gerektiği yönündeki tez ise bütünüyle uydurmadan ibarettir.

'Sosyolojik bir gerçeklik' üzerine notlar

Suud veliaht prensi bin Selman’ın geçtiğimiz hafta yaptığı Türkiye ziyareti, iktidarın “dava” dediği şeyin ne olduğunu bir kez daha gösterdi ve konsoloslukta öldürüldükten sonra cesedi parçalanıp asitle eritilerek yok edilen Kaşıkçı’nın dosyası, birkaç milyar dolarlık muhtemel swap anlaşmaları karşılığında kapatılıverdi. 

Suud rejiminin resmi din anlayışı olan Vahhabiliğin İslam içerisindeki tarihsel düşmanlarından biri Şiilik ise diğeri de Sufilik ve dolayısıyla tarikatlar, başta da Nakşibendiliktir. Türkiye’de “dava”nın, yani siyasal İslam’ın ana yatağı ise tam olarak Nakşiliktir, Millî Görüş hareketi de ve dolayısıyla bugün Türkiye’yi yöneten kadroların çoğu da Nakşibendi tarikatının Halidi kolundan ve İskenderpaşa cemaatinin içerisinden çıkmıştır.

İskenderpaşa’nın şeyhi Mehmet Zahit Kotku Erbakan’ın, Erbakan da bugünkülerin hocasıdır. Bugünkülerin üstadı Necip Fazıl ise başka bir Nakşi şeyhine, Abdülhakim Arvasi’ye intisap ettikten sonra siyasal İslam’ın Türkiye’deki en büyük figürlerinden biri haline gelmiştir.    

Nakşiliğin Osmanlı modernleşmesinin en önemli isimlerinden biri olan II. Mahmut döneminde devletin “resmi” tarikatı haline gelmesi ironiktir ama adeta bir tür zorunluluktur. Mahmut, reformların önündeki en büyük engel olarak gördüğü yeniçeriliği kanlı bir şekilde tasfiye ettikten sonra yeniçerilerin bağlı bulunduğu Bektaşiliğe ait dergahları da Nakşilerin kontrolüne vermiş, bu da Nakşiliği bir “devlet tarikatı” haline getirmiştir. 

Modernleşme denizinde bir tür yılan misali sarılınan Nakşilik, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçteki birçok kritik eşikte ve gerici ayaklanmada karşımıza çıkar: 31 Mart’tan Menemen’e uzanan hadiselerin hemen hepsinde fail Nakşilerdir. 

Nakşilik erken Cumhuriyet dönemindeki laiklik politikalarından kaynaklı olarak diğer tarikat ve cemaatlerle birlikte büyük ölçüde kamusal ve siyasal alanın dışına çıkarılmış ve zayıflamıştır ama Cumhuriyet en radikal olduğu bu dönemde dahi tarikat ve cemaatlerle köklü bir hesaplaşmaya girişmemiş, bir tasfiye söz konusu olmamıştır. 

Nakşilik de yeraltında sabırla kendi gününün gelmesini beklemiş ve çok partili hayata geçişle birlikte yeniden örgütlenmeye, büyümeye, güçlenmeye başlamıştır; Demokrat Parti’nin iş başına gelmesi ve Adnan Menderes iktidarı ise bunun için gayet elverişli bir zemin sunacaktır ve bu geri dönüşün Türkiye’nin Soğuk Savaş’a girişiyle aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf değildir. 

Türkiye yönetici sınıfı, antikomünizmi siyasetin merkezine yerleştirip IMF, Dünya Bankası, NATO üyelikleriyle emperyalizme yeniden entegre olurken, kaçınılmaz bir şekilde dinselleşme politikalarına sarılacak, din derslerinin yeniden müfredata sokulmasından Kuran kurslarının yeniden açılmasına, İmam-Hatip’lerden tarikat ve cemaatlerin yeniden yerüstüne çıkmaya başlamalarına uzanan bir genişlikte, dinselleşme komünizmin panzehri olarak görülecektir. 

Buradan yola çıkarak şunu bir kez daha hatırlatmak gerekir: Özellikle 1946’dan itibaren devletle siyasal İslam ve dolayısıyla tarikatlar/cemaatler arasındaki ilişki, antagonistik olmamış, yani taraflar arasında uzlaşmaz bir çelişki bulunmamış, gerilimli ve kırılgan da olsa asgari bir mutabakat söz konusu olmuştur. O mutabakat ise komünizmle mücadele üzerine kurulmuştur. 

Yani devlet İslamcılığı halkın “sapık ideolojilere” kapılmasını engelleyecek bir bariyer olarak görüp ona kontrollü bir biçimde alan açarken, tarikatlar da bu bariyer rolünü kabul ederek kendilerine açılan alanda kadrolaşmaya, akçeli işlere girmeye, örgütlenmeye başlamışlardır. 

Dolayısıyla “Müslümanlara, mütedeyyinlere, muhafazakârlara zulmeden laikçi devlet” tezi ve buradan türetilen merkez-çevre, ceberut devlet, vesayetçilik teorileri, liberallerin ve İslamcıların ortak uydurmasından başka bir şey değildir. Türkiye’de İslamcılık da tarikatlar ve cemaatler de Türkiye kapitalizminin beka meselesinden ve sınıf mücadelelerinin tezahür etme biçimlerinden ayrı bir şekilde ele alınamaz. 

Bugünkü iktidar da sözünü ettiğimiz beka meselesinin ve sınıf mücadelelerinin bir ürünüdür. Devletin sola karşı kendilerine açtığı kapılardan girenler, nihayetinde önce hükümet sonra da devlet olmuş ve rejimi değiştirmişlerdir. 

Devletin en tepesindeki ismin bir Nakşi şeyhinin cenazesinde boy göstermesi, İsmailağa Cemaati’nin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun adeta bir devlet töreniyle defnedilmesi, tüm bu olan biteni muazzam bir şekilde sembolize etmektedir. Geçen haftaki cenaze töreni, Nakşiliğin siyaset içerisindeki yerine ve İslamcılığın Türkiye serüvenine dair en önemli hadiselerden biri olarak görülmeli ve öyle değerlendirilmelidir. 

Öte yandan aynı törenin Türkiye İslamcılığının riyakârlık müsamerelerinden biri olarak da kaydedilmesi gerekmektedir. Özellikle son yıllarda, ölen kişinin “kafir”liğinin gündeme getirilmesi , cenaze namazının kılınmayacağının, helallik verilmeyeceğinin söylenmesi, İslamcı bir politik faaliyet haline gelmiştir. Ölümü bizzat kendileri böylesine politize edenlerin, kendi ölülerine yönelik eleştiri ve yorumlar söz konusu olduğunda birden hoşgörüden, uzlaşıdan, bir arada yaşamaktan söz etmeye başlamaları ise elbette ki riyakarlıktan başka bir şey değildir. 

Dahası, örneğin cenazenin ertesi günü polis İstanbul sokaklarında adeta LGBT avına çıkmışken, hiçbirinin aklına kendileri için talep ettiklerini bu insanlar için de talep etmek gelmemiştir. Bilakis, muhalefette olanları da dahil, İslamcıların temel hak ve özgürlüklerden de demokrasiden de ne anladıkları bir kez daha açığa çıkmıştır. 

Cenaze vesilesiyle dolaşıma sokulan ve tarikatlarla cemaatlerin “sosyolojik bir gerçeklik” oldukları, yapılan değerlendirmelerin de buna göre uygun olması gerektiği yönündeki tez ise bütünüyle uydurmadan ibarettir. Çünkü “sosyolojik gerçeklikler”, doğal değildir, inşa edilmiştir, bu inşa da siyaset aracılığıyla gerçekleşir. Tarikatlar ve cemaatler siyasal faaliyetin birer ürünüdürler, siyasal İslam tarafından inşa edilmişlerdir, devlet tarafından önleri açılmıştır ve bu sayede birer “sosyolojik gerçek” halini almışlardır.

Peki herhangi bir şeyin “sosyolojik bir gerçeklik” olması onu eleştiriden muaf kılar mı ya da siyasal mücadelenin hedeflerinden biri haline gelmesini engeller mi? 

Elbette ki hayır. Bilakis, ölen şeyhin kadınlar, kılık kıyafet, toplumsal yaşam vb. konularda söyledikleri, yönettiği cemaatin devletin din esaslarına göre yönetilmesi arzusu ve bunun için verdiği mücadele, Türkiye’de tarikat ve cemaatlerin siyasal alandaki yerini de bunlara karşı nasıl bir tutum sergilenmesi gerektiğini de çok net bir şekilde göstermektedir. 

Tarikat ve cemaatler, Türkiye’de düzenin bekası için vardır, bunların hepsi sömürü ve tahakkümün hizmetindeki araçlardır, hepsi eşitliğe ve özgürlüğe düşmandır, hepsi başta kadınlar ve çocuklarınki olmak üzere bu halkın ömrünü, hayatını çalmaktadır. 

Yaşadığımız yirmi yılın ardından Türkiye’deki esas kutuplaşmanın buna uygun olması gerekiyordu ama olmadı; sağı sağcılıkla, dinciliği başka bir tür dincilikle yenmenin sonucunda ortaya bambaşka bir tablo çıktı. Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu tabanlarının vereceği tepkiden korktukları için ne taziye açıklaması yapabildiler ne cenazeye katılabildiler ama “dostları” bedenen ya da ruhen oradaydılar. Ölen şeyhe ve genel olarak tarikatlara, cemaatlere bakışlarıyla iktidardan pek farklı olmadıklarını da böylece bir kez daha ortaya koydular. 

Oysa bugün eğer Türkiye’de herhangi bir şekilde ve asgari düzeyde bile demokrasi ya da laiklik için mücadeleden söz edilecekse, İslamcılığı ve tarikatları/cemaatleri gündeme getirmek, bunları siyaseten hasım görmek mutlak bir zorunluluktur. 

Bilinmesi gereken başka bir şey ise bunu ancak sosyalistlerin yapabileceğidir; çünkü sadece sosyalistler sömürü düzeniyle dinselleşme arasındaki bağlantıya ve biri olmadan diğerinin olamayacağına işaret etmektedirler. 

Tam da bu nedenle, günümüz Türkiye’sinde sömürü düzeniyle mücadeleyi laiklik mücadelesinden, laiklik mücadelesini de sömürü düzeniyle mücadeleden ayrıştırmak mümkün değildir. Aksi, ikisiyle de sahici bir mücadele vermemek anlamına gelecektir.