'Kazanımları bilinç dolu bir emekçi hareketine, halk mücadelesine dönüştürme olanağımız var. Önümüzde bu görev dururken solun, sosyalizmin hafife alınması, küçümsenmesi büyük bir yanlış olmaz mı?'

Sol marjinal değil demiştik…

Geçen hafta burada sosyalizmin iddia edildiği gibi marjinal bir akım sayılamayacağını açıklamaya çalışmıştım. Dayanak noktam, solu sol yapan başlıca yaklaşımların, yani kamuculuk, laiklik ve yurtseverliğin bütün saldırıların altından sağlam çıkmış olmalarıydı. Üstelik kendisini bu kavramların sıfırlandığı varsayımına dayandıran düzen siyaseti devasa bir alanı boş bırakıyordu... Gelgit dalgaları veya sonsuz tereddütlerle yaşanan bu “alan boşaltma”, Türkiye’nin 12 Eylül 1980 karşıdevriminden bu yana ana akış yönünü özetler. 

Arada, tereddütlü kamucu manevralar yapılmış, kimileri “köprüyü sattırmam” diye masaları yumruklamış olabilir. Emperyalist projeler doğrultusunda ulus-devletin sonu ilan edilse de, bir türlü buharlaşmak bilmeyen yurtseverliğin üstünü örtmek için milliyetçi demagoji hep yardıma çağrılmış olabilir. Laiklik bu uzun zaman diliminde önceleri askerlere zimmetlenmiş, en sapkın şeriatçılar bile ara ara laik olduklarını söylemek zorunda kalmış olabilirler… Çelişkilerle dolu bu yol herhangi mantıklı bir hedefe ilerlememekte, bir denge çıkmamaktadır. Kesin olan şu ki, solu tanımlayan değerler tasfiye edilememiştir. Düzen siyaseti bunları ne itibarsızlaştırabilmekte ne sahiplenebilmektedir. 

Halk açısından bakıldığındaysa AKP’nin ilk on yılının sonundan bugünlere kadar, bazı kalıcı sonuçların oluştuğunu söyleyebiliriz.

İlk sonuç laiklikle ilgili. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “devlet uygulaması” olarak laiklik pratiği, sağcı saldırıları zirveye taşıyan AKP tarafından ortadan kaldırılınca ve askerler de havlu atınca, bir “halk aydınlanması” doğumu gerçekleşti. Bu, 2013 Haziran Direnişi'nin en önemli eksenini oluşturmuştur. İki düzen solu akım olarak CHP ve HDP bu ekseni değersizleştirmek için ellerinden geleni yapsalar da, halk kitlelerinin elinden laiklik alınamadı. Laiklikten uzaklaşma ile süregiden kadın katliamı arasındaki bağ giderek açık hale geldi. Kadınların örtündükleri dalga önce ideolojik olmaktan uzaklaşmış, okuma ve çalışma hakkının “teknik bir önkoşulu olarak örtünme” olgusu ortaya çıkmıştı. Şimdi kadınların gündemine ideolojik bir “türbansızlaşma” girmiş bulunuyor.

İkincisi yurtseverlikle ilgili. ABD’nin Ortadoğu’ya saldırması, küreselleşmeciliğin demagojik ve yalan içeriğini çıplaklaştırmıştı. Ancak bundan daha güçlü bir etki Avrupa Birliği sürecinin karaya oturmasıyla yaşandı. Türkiye toplumunun Uygar Batı’ya entegrasyon hayali kof çıktı. Osmanlı-bazlı, AKP-tipi “Türk emperyalizmi” açılımının, kitleler üstünde etkisinin olmadığı söylenemezse de, bu politikanın toplumda anlamlı bir coşku yaratması söz konusu olmamıştır. Üstelik bu cephede yıldız oyuncular fazla değişmekte ve bu da hep inandırıcılıktan çalmaktaydı. Düşünün, yayılmacı dış politika bir zamanlar Fethullah pratiklerini vitrine koymuş, Türkçe öğrenen Afrikalı çocuklarla övünüyordu. Sonra Davutoğlu’nun Suriye çıkartması geldi. O da tutmazken insansız hava araçları teknolojisiyle kendinden geçen ulusalcıların dönüşüne ve aralarından kimilerinin hapse girip çıkmaya devam edişine (!) tanık olduk. Zaten günümüzde dünyaya damga vuran pragmatizmin, kitlelere uğrunda kendini feda edecek bir ideoloji bırakmayan kaba çıkarcılığın heyecan ve inandırıcılık üretmesi hayli zor… Ancak kapitalizmde işler böyle diye, sıradan insanlar ülkeleriyle duygu bağı kurmaktan vazgeçmiyorlar! Tersine milliyetçiliğin yarattığı kirlenmeyi arıtma gücüne de sahip olan yurtseverliğin önü açılıyor. Öte yandan son dönemde hem milyonlarca göçmenin gelişinin, hem de binlerce yurttaşın kapağı yurtdışına atmasının sadece demografik değil aynı zamanda ideolojik yapı üstünde yaratabileceği negatif etkiler şimdilik Türkiye yurtseverliğini sarsacak boyutların uzağında…

Kamuculuğa gelince; artık mesele özelleştirme, taşeronlaştırma gibi neo-liberal dönüşümlerin albenili ambalajlarla sunulmasından çıkmıştır. Son dönemeçte işsizlik patlaması, görülmemiş yoksullaştırma operasyonu, eğitimin çözülmesi, sağlık sisteminin çökmesi, barınmaya erişim imkânının hızla daralması, yetmiyormuş gibi iş cinayetlerinin patlaması sonucunda Türkiye toplumu yüzünü kamuculuğa dönmüş bulunuyor. Bundan sonra, zenginlerin iyiden iyiye nefret objesi haline gelmesi ve yoksulların öfkesinin kabarması muhtemeldir. 

Düzen siyaseti emekçiler için birinci basamak kazanımlar olarak görebileceğimiz bu sonuçları geri çevirmek için kampanya açmış bulunuyor. İktidarın seçim mevsimine söz konusu toplumsal duruma seslenmeyi gözetmek anlamında bir nevi demokrasi demagojisiyle girmeyeceği belli oldu. Ana muhalefetin altılı masayı sağda kurmakla yetinmeyip her hafta biraz daha sağa çekmesi, yine bu kazanımları geri çevirme çabası çerçevesinde yorumlanmalıdır. Yavru muhalefet diyebileceğimiz Kürt hareketiyse neo-liberal paradigmanın emperyalist nitelikli olsa da bir barış süreci vaat ettiği, dinciliğin ülkenin demokratikleşmesi, kimlikçiliğin toplumsal mücadele diye yutturulduğu döneme takılıp kalmasıyla benzer bir yoruma yerleşmektedir. 

Bizimse birinci basamak kazanımları, bilinç dolu bir emekçi hareketine, halk mücadelesine dönüştürme olanağımız var. Önümüzde bu görev dururken solun, sosyalizmin hafife alınması, küçümsenmesi büyük bir yanlış olmaz mı?