Fransa’da “abaya” tartışmasının bir sis bombası olduğuna kuşku yok. Türkiye’de voleybolla başlayan tartışmanınsa dumanı, parça tesirinin izlediği misket bombası tipi bir patlayıcı olduğu söylenebilir.

Sis bombası, parça tesiri...

Fransa’da okullar açılalı iki hafta oldu. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da toplumun gerçek sorunlarını örtme amaçlı bir patırtıyla başladı yeni eğitim dönemi. Eğitim Bakanlığı’na yeni atanan genç arkadaş ilk ve orta okullarda “abaya” tabir edilen kıyafetin giyilemeyeceğini, bu şekilde giyinenlerin okullara alınmayacağını duyurdu. Bu abaya uzun bir elbise. Özellikle Arabistan yarımadası ve Kuzey Afrika’da kullanılan bir yerel giysi. Çölde yaşarken pratik belli ki. Yelden, kumdan, güneşten koruyor. Fransa’nın iklimine pek uygun değil ama o da giyenin bileceği şey. Yalnız bir sorun var.

Artık hepimiz ezberledik ama Fransa’da kamusal alanda dinsel sembollerin kullanılması yasak. Okul, mahkeme, herhangi bir kamu kurumu kamusal alan olarak tanımlanıyor. Bunun basit bir gerekçesi var. Giyim, kuşam ve görünümünüzün vicdani kanaatinizi yansıtmaması, karşınızdakine bu konuda olumlu/olumsuz bir mesaj vermemesi hedeflenmiş. Mahkemeye çıktığınızda boynunda öküzgözü büyüklüğünde bir haç taşıyan savcı veya hakimle karşılaşmıyorsunuz. Artık hepimize unutturuldu ama buna laiklik deniyor. 

Kamu düzenine dair birçok tartışma gibi bu konu da Danıştay’a gitti. Bu arada Devlet kontrolündeki İslam Konseyi “abaya”nın dinsel değil, yerel bir kıyafet olduğu yönünde görüş açıkladı. Danıştay beklendiği gibi yasağı onayladı. Bu arada okulların açıldığı gün, toplam 12 milyon öğrenci içerisinde 298 kişinin “abaya” giydiği, bunlardan 69’unun okullara alınmadığı duyuruldu. Tartışma neyin “abaya”, neyin “dinsel” kıyafet olarak tanımlanabileceğine kaydı.

Eğitim sendikaları haklı olarak yasağın özünü tartışmak yerine yasağın getirilme gerekçesine dikkat çekmeye çalıştılar. Eskimiş ve bakımsız okul binaları, kronik öğretmen eksikliği, öğretmenlerin genel ücret seviyelerindeki düşüş, eğitim kalitesindeki gerileme ve kitlelerin yoksullaşması gibi meseleler orta yerde dururken Macron ve onun “Bebecan” kılıklı Eğitim Bakanı Attal’in bu konuyu gündeme getirmelerinin ortalığa bir “sis bombası” atmaktan farkı olmadığını vurguladılar. Hakkını yemeyelim, Macron rejimi eğitim konusunda müthiş bir adım daha atacağını da duyurdu. İlgili Bakan Yardımcısı, “yoksullukla mücadele için müfredata düşük maliyetle yemek pişirme derslerinin konulacağını” ilan etti... 

Fransa dünyanın 6. büyük ekonomisi. Dünyaya yayılmış geniş sömürü ağlarına sahip. Avrupa’da “daralma” eşiğinde bulunan ekonomiler arasında görece iyi performans gösteren nadir ülkelerden. Özel sektörün kârları tarihte görülmemiş seviyelerde. Buna karşılık enflasyon yüksek ve halkın büyük bölümü geçinmekte zorlanıyor. Geçen hafta yayınlanan bir araştırmaya göre, ülkedeki üniversite öğrencilerinin yarıdan fazlası (% 54) ekonomik sebeplerle öğün atlıyor. Ken Loach’un filmlerinden aşina olduğumuz Britanya’daki gıda bankalarının Fransa’daki muadili sayılabilecek “Les restos du coeur”e gıda yardımı için başvuranların sayısı son bir yılda 1 milyon kişi artmış. Bu kuruluşun başındaki kişi 10 gün kadar önce kamu televizyonundan bir tür “imdat” çağrısı yaptı ve artık talebe yetişemediklerini söyledi. 700 Avro aylık alan bir emekli, haftada en az üç kez o yardım kuruluşunda yemek yediğini, buna rağmen ay sonlarını sadece tereyağ ve ekmek ile getirebildiğini anlattı. Bu yayınlar üzerine ülkenin büyük sermaye kuruluşları, elbette gıdım gıdım verdikleri vergilerden düşülmek üzere, kuruluşa birkaç milyon Avro bağış yapacaklarını açıkladılar. 

Tablo böyle iken, 12 milyon öğrenciden yaklaşık 300’ünün giydiği kıyafete savaş açarak ortalığı bulandırmak Macron yönetiminin bilinçli bir tercihiydi tabii ki. Öte yandan Müslümanların giydiği bir kıyafetin hedef seçilmesinin boşa olmadığı da açık. Yoksulluğun ve çelişkilerin arttığı bir ortamda kitlelerin öfkesinin azınlıklara ve “ötekiler”e yönlendirilmesinin yararları saymakla bitmez. Nitekim “abaya” tartışması keskinliğini yitirmeye başladığında ülkede giderek güçlenen aşırı sağın da yardımıyla derhal bir göç tartışması piyasaya sürüldü. Önce faşist siyasetçiler İtalya’nın en güneyindeki Lampedusa Adası’nın yolunu tuttular ve oralarda bekleşen göçmenlerin görüntülerinin önünde “Fransa’yı bekleyen barbar istilası” üzerine uyarılarda bulundular. Ardından Macron’un faşizan söylemleri bilinen İçişleri Bakanı Darmanin’in de oraya gideceği duyuruldu. Böylelikle halkı bir hafta, on gün daha daha oyalayacak bir malzeme bulunmuş oldu. 

Fransa bunlarla uğraşırken biz Türkiye’de başka meselelerle boğuştuk. Kadın Voleybol Ulusal Takımımız önce Dünya sıralamasında birinciliğe yükseldi ardından da Avrupa Şampiyonu oldu. Çoğumuz çok sevindik. Bazılarımız işin “kitleleri oyalama”, “düzenin meşruiyetini berkitme” gibi yönlerine dikkat çektiler. Haklı oldukları yönler vardı ve belki bu da bir nevi “sis bombası” sayılabilirdi.  

Akepe’nin yeni ve “rasyonel” ekonomi politikaları emekçi ve emeklileri çiğneyip geçerken, cebimizdeki para pula dönüşür, yediğimiz içtiğimiz salt azalmakla kalmayıp bir de nitelik olarak çöp seviyesine doğru koşarken “Avrupa” çapında bir başarı iyi geldi. Üstelik bunun kadınlar tarafından elde edilmesi daha da iyi geldi. Kısa süreliğine bir mutluluk sisinde dertlerimizi unutmadık ama erteledik belki. Neyse ki çabuk uyandırıldık.

Yaşadığımız ülkeyi paylaşmak zorunda kaldığımız kimi arkaik yaşam formları bizi çabucak kendimize getirdi. Önce din adamlığı ile sosyal medya fenomenliği arasında gidip gelen bazı canlılar ortalığa atıldılar. Ebrar’ın cinsel kimliğini zaten hazmedemediklerini biliyorduk. Kitlelere “tebliğ” ve “ikna” için en zayıf halka oydu kendilerince. Oradan yürümeyi denediler. Otobüste histeri krizi geçir(til)en bile oldu. Tutmadı. Sonra şaşkın yandaşın biri “Ebrar’ı bırakın Vargas’a bakın asıl milli kahraman o” diyerek bir huruç harekâtına girişmeye kalkıştı ama heyhat Vargas’ın cinsel kimliğinin de kendi meşrebine pek uygun olmadığı anımsatılınca Osmanlı tuğralı don satan çakma şehzade seviyesine düştü. Bana sorarsanız, kadın voleybolcuların başarısı düzenin çirkinliklerini örten bir “sis bombası” olmak bir yana ülkeye dayatılmak istenen gerici korseye karşı ısrarla çalan bir alarma dönüştü.

Böyle gidemezdi, daha ağır ve ağırlıklı bir müdahale gerekiyordu. Zonguldak’da bir vaiz patladı. Toparladılar.  Diyanetin hukuk müşavirlerinden bir çocukcağız ağızlarında giderek şişen baklayı çıkardı. “Batı kültürü”, “çıplaklık” diye döktürdü. Yeterli yankıyı yapmadı. Sonunda iş geldi İstanbul Eminönü Timurtaş Camii’ne dayandı. 

Caminin “mağdur” ve “muğber” imamı eteğindeki taşları dürüstçe döktü. Numara yapmadı, yutkunmadı, yaygın deyimle  “takiyye”ye başvurmadı. Cuma hutbesinde Kadın Voleybol Takımının oyuncularını “kâfir”, izleyenleri alkışlayanları “günahkâr” ilân etti. Takımı destekleyenleri haramı desteklemekle itham etti ve sonra aynen şunları söyledi “Allah yasaklamış, kardeşim... başörtülü futbolcuymuş.. Futbolun batsın, başörtülü futbolcu mu olur yav..!”

İmam Efendi haksız değil. Tarihte İslamiyet öncesinde veya hemen sonrasında Kureyş ve komşu kabilelerde voleybol veya futbol oynandığına dair bir kayıt mevcut değil. Hele kadınların oynadığına dair hiçbir bilgi yok. Kitapta yok, Sünnet’te yok, Buhari veya diğer saygın hadis derlemelerinde yok. İçtihat kaynaklarında da yok. Hadi detayına girmeyelim ama hemen hemen bütün dinlerde kadının işlevi belli. Bunun ötesine geçtiğinde kafirsin, yapana alkış tuttuğunda da harama giriyorsun. Denklem bu kadar basit.

Timurtaş imamı mağdur ve muğber olmuş. Bilmeyenler için muğber gücenmiş demek. Nasıl olmasın? Dinin kaynakları, kuralları belli. İmamın aldığı eğitim bunun içerisinde kalmak üzerine. Kimilerini kişisel olarak tanıdığım birkaç istisna dışında her imamın bunların doğruluğuna yürekten inanması, bunlar çerçevesinde konuşması gerek. 

İmam görevinin gereğini yerine getirmiş. “Bişim dinimiş en tontiş, en modern, en aydınlık din, hem antikapitalişti bile var” kabilinden saçmalayanların ensesine tokadı patlatmış. Söyledikleri içerisinde dini bakımdan tek bir yanlış yok. Yanlışlık başka yerde.
 
Anayasa’da Türkiye’nin laik bir devlet olduğu yazıyor. Tamam, devlet laik olabilir ama yurttaşı Müslüman, Hristiyan, Mecusi veya Ateist olabilir. Bunda da gariplik yok. Yanlışlık laik devletin bir imama ya da hahama ya da papaza, bakımı tutumu elektriği, suyu ve diğer masrafları bütün yurttaşların cebinden karşılanan bir mekânda kendi inançlarını topluma yayması ve bunlara inanmayanlara hakaret etmek için maaş vermesinde.  Bunu düzelteceğiz tabii.

Fransa’da “abaya” tartışmasının bir sis bombası olduğuna kuşku yok. Türkiye’de voleybolla başlayan tartışmanın ise dumanı, parça tesirinin izlediği misket bombası tipi bir patlayıcı olduğu söylenebilir. Yaralayacak ama öldürmediği gibi, Türkiye toplumunu daha da sağlıklı kılacak. Bu yüzden Voleybol Ulusal Takımını 7. yüzyıl referanslarıyla eleştiren, kötüleyenlerin aynı şekilde olabildiğince uzun bir süre bu yolda devam etmelerini diliyorum.

Yalnız şimdi bize bir de gericilik ile sermaye ilişkisini şöyle sert smaçla, 100 kilometre hızında servisle, rakibi yoran ve sonunda çökerten kahreden uzun bir “rally” ile ayan beyan ortaya dökecek, milyonları bu gerçekle tanıştıracak bir organizasyon gerek. Biz de bunu yapacağız işte!