'Emekçi halk ne kadar yoksullaştırılmışsa kendileri de onlardan çok farklı değillerdi ve onların iyiliği için yaşayıp savaşmak kendi iyilikleri için mücadele etmekle bir ve aynı şeye dönüşmüştü.'

Özveri ile gerçeklik omuz omuza

Son depremlerde tarifsiz biçimde yıkıma uğradığı anlatılan yerleşim yerleri konu edilirken özellikle onlardan birinin adı anıldıkça, şu sözler çaresiz aklıma geliyor:

“Ben varlıklı bir aileden geliyorum, kendim öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyidir. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Bu sonuç olmasa yüksek mimar çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum.”

Çok eski günlerde kalmış bu sözler oldukça abartılıydı aslında. Konuşmayı yapanın ekonomik durumu öyle sözü edilecek kadar iyi sayılmazdı. Karı koca öğretmendiler, üstelik hayatları çeşitli baskılara uğramakla, oradan oraya sürülmekle geçmişti. Olsa olsa orada toplanmış köylü grubunun durumuna bakılarak böyle bir abartma yapılabilirdi.

Oğlunun kurşunlarla delik deşik edilmiş cesedini teslim alırken bunları söylediği değişik kaynaklarca yazılıp dile getirilmiş olan kişi, bizim Sinan’ın babası Adnan Cemgil’di. Yıllardan 1971’di, Haziran ayının hemen başı. Yer, Adıyaman’ın bugün deprem sonunda neredeyse haritadan silindiği söylenen Gölbaşı ilçesi; teslim edenler, anılan ilçenin Cumhuriyet Savcısı ve ilgili kamu görevlileri.

Yaşamakta olduğumuz gündeme uyum sağlayarak anlatacak olursak, Sinan Cemgil adındaki o genç ve arkadaşları, daha 5 yıl önce, 1966 yılındaki Varto depreminin ardından mimarlık öğrencileri olarak oralara gitmişler, yıkılmış evlerin, okulların yerine yenilerini yapmak için çalışmışlardı.

O zamanlar yukarıda aktardığımıza benzer sözleri, sonunda ölmüş olsun olmasın hemen hemen bütün devrimci üniversite öğrencileri için söylerlerdi onların ana babaları; söyleme fırsatı bulamasalar da akıllarından geçirirlerdi. Onlar iyi çocuklardı, çalışkan çocuklardı, şanslıydılar da, çünkü iyi okullarda okuyorlardı, “istikballeri parlak”tı, en azından ana babalarından çok daha güzel bir hayat onları bekliyordu. Memleket meseleleri ile ilgilenmeleri, ilgilenmek ne söz, onlar uğruna her türlü fedakârlığı göstermeleri, olmadık mihnete katlanmaları, yoksulluk ve çaresizlik yüzünden muhtaç durumda bulunmalarından değil, ülkelerini, halklarını sevmelerinden, onlar için kendi çıkarlarını düşünmeden hareket etmelerinden ileri geliyordu.

Aslında bu fedakârlık söylemi, daha farklı biçim ve biçemlerde, o gençlerin kendileri tarafından da benimsenip yinelenirdi. Hem bir kendine güç verme yolu hem de bir tür ahlâk öğretisiydi. Yok yoksul durumlarıyla, kıt kaynaklarıyla onları okutup yetiştiren ülkelerine, halklarına karşı borçluydular. Bu kıt kaynak göndermesinin “iktisat bilimi”nin konusu tanımlanırken yinelenen saçma sapan “kıt kaynak/sonsuz istek ve ihtiyaç” ezberini hatırlatmasına aldırmadan devam edersek, borçları ülkenin ve halkın karşı karşıya bulunduğu tehditlere, tehlikelere, sorunlara duyarlı olmakla, ne pahasına olursa olsun hepsinin üstüne gitmekle ödenebilirdi.

Öyle de yaptılar. Hepsinin üstüne gittiler. İçlerinde delik deşik edilenler yahut sokaklarda indirilenler de oldu, ipe çekilenler de, canları alınmadan eziyet edilip işkenceden geçirilenler de, bir yığın haksızlıklara uğratılanlar da…

O genç insanlar arasında, başlarına getirilenleri kabaca sınıflandırdığım bu dört kategorinin en az birine sokabileceğim arkadaşlarım oldu. Kimileriyle can dost, kimileriyle iyi arkadaş, kimileriyle her karşılaşmada sıcak bir merhaba yakınlığı düzeyinde arkadaşlıklar. Bununla birlikte, ilk iki kategoridekilerle olan arkadaşlıklarımı, süre açısından, bu saptamanın dışında tutmam gerekir, onlarla arkadaşlığım kısa sürmüştür. Hatta, çok kısa denebilir; çünkü, onların biyolojik ömürleri de öyle olmuştur, ne yazık. Bu yazıklanmamdan haberleri olsa, kim bilir ne kadar kızarlardı.

Son iki kümedekiler yaşamaya devam edebildiler. Ancak, onların önemli bir bölümünün artık hayatta olmadıklarını biliyorum, hiç değilse tahmin ediyorum. Yaşayanların içinde gençlik yıllarının mücadelesini aynı inançla sürdürenler de, değişik nedenlerle sürdürememekle birlikte gönül bağını koparmamış bulunanlar da, hemen hemen hiçbir bağları kalmamış olanlar da bulunuyor. Bu sonuncuların arasında o yıllarını tümüyle unutmuş ya da unutmaya çabalayıp başaramamış olanların yanı sıra tiksindirici bir pişmanlıkla lanetleyenler de var; sayılarının az olduğunu sanıyorum.

Başlarına gelenler ve sonraki yaşamları açısından yukarıdakine benzer sınıflandırmaları mümkün kılacak kadar farklılık gösteren bu insanların başlıca ortak yanlarından biri, Cemgil Hoca’nın 52 yıl önceki o sözlerinde dile gelmiş durumda: Ülkesine ve halkına derin bir bağlılık, herhangi bir sorumlulukla karşılaştırılamayacak kadar belirleyici bir borçluluk duygusu, bunun karşılığını vermek için her türlü özveriye hazır bir kararlılık… Bugünden bakıldığında bazıları, belki de tümü abartılı bulunabilecek bu sözlerle anlatılmış bir bağlanma tavrı... Biraz önce değindim, belli başlı öğelerini sergileyebilmenin biraz daha çözümleyici olabilmeyi, biraz daha ayrıntılara girmeyi gerektirdiği bir tür ahlak öğretisi…

Aradan geçen süre, başlangıcına eklenebilecek bir oluşum ya da hazırlık dönemi ile birlikte, yarım yüzyılı aşıyor. İnsan bireyleri için çok uzun, toplumlar için de kısa sayılamayacak bir süredir bu, bazıları olağanüstü önemde olmak üzere, birçok değişikliğin gerçekleşmesine izin verecek kadar uzun.

O değişikliklerin en önemlilerinden biri, toplumdaki bütün insani özellikleri çürüterek var olan ve hâlâ alt edilemediği için varlığını sürdüren vahşet düzeninde kendini gösterdi. Eğitilmiş, gelişkin nitelikler edinmiş olmak, temel ihtiyaçları rahatça karşılama anlamında iyi yaşamak için eskisi kadar bile gerekli olmaktan çıktı. O düzenin, kendisine alçakça boyun eğip suç ortağı olanlar dışındakilere, hiç değilse maddi koşullar açısından az çok insanca bir hayat sunmaya ne niyeti ne gücü vardı artık. Dolayısıyla, ezilip sürüleştirilmiş çok büyük bir kalabalığın yetişmelerinde hak sahibi olduğu daha küçük bir aydınlaşmış kesimin borçluluk duyarak özverilerde bulunması, eski anlamını yitirdi; onlar da o büyük kalabalık kadar yoksullaştırılmış ve yoksunlaştırılmış durumdaydılar. Kendilerini yetiştirmiş halklarını düşündükleri kadar kendilerini de düşünmek zorundaydılar. Halk, daha açık ve doğru bir anlatımla, emekçi halk yığınları ne kadar yoksullaştırılmışsa kendileri de onlardan çok farklı değillerdi ve onların iyiliği için yaşayıp savaşmak kendi iyilikleri için mücadele etmekle bir ve aynı şeye dönüşmüştü.

Böyle bir durumda yapılması gerekenlerden ilki, özverili olmayı ve gözü pekliği küçültmemektir; burada küçültmemek sözcüğü, hem önemini küçümsememek hem de terbiye ederek keskinleştirmek anlamındadır. İkincisi, terbiye edicilik işlevini, sınıfsal kökeni ve amacı ne olursa olsun herkesin yararına uygunluk iddiasındaki bir tür Tanrı sözü olarak değil, tarafını seçmiş, toplumsal mücadele içinde sürekli geliştirilen bir yol gösterici olarak kolektif akıl ve bilim üstlenecektir. Bir de, eklemeden geçmemeli, şu akıl ve bilim sözlerinin ilk bakışta çağrıştırabileceği kuruluğa takılıp kalmadan kotarılabilirse bütün işler, yenilmez bir güç kazanmanın coşkusu benzersiz olacaktır.