'Önümüzdeki dönem ister başkan olarak Erdoğan veya Kılıçdaroğlu, ister zayıf Cumhurbaşkanı’nın altında güçlü başbakan olarak Akşener, hiçbir şey değişmez: Ülkenin iktisadını hiç kimse yönetemez.'

Neyi savunmalıyız, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve yüksek faiz politikasını mı?

Türk parasının değeri büyük bir hızla ve ne zaman duracağı belirsiz şekilde düşünce yaşanan tehdit algısı bütün gündemleri örtmüş oldu. Bir yandan alım gücünün düşmesi ve emekçi halkın dayanma sınırlarını zorlayacak kadar yoksullaşması, diğer yandan Erdoğan’ın faizlerle ilgili her konuşmasından sonra durumun biraz daha fenalaşması.

Kılıçdaroğlu “Artık faizlerle oynama” diye feryat etti. Akşener “Şimdi mutlu musun,  Erdoğan?” diye söylendi. Hatta AKP’nin içinde farklı ve zıt sesler yükseldi.

Bu kargaşada solun neyi savunacağına ve neyi suçlayacağına bir kez bakması gerekiyor?

Batı emperyalizmine bağlı finans kuruluşları ve düzen muhalefeti iki noktayı öne çıkarıyor: Faiz oranlarının yüksek tutulması ve Merkez Bankası’nın yürütmeden bağımsızlığı.

Faiz oranlarının yükseltilmesi Türkiye’ye gelen sıcak parayı artırıyor, en azından kaçırtmıyor. Ancak yüksek faize gelen sermayenin bir para bolluğu yaratmasına karşın ülkenin zenginliklerini düzenli olarak sömürmesinden hiç kimse bahsetmiyor.

Sonuçta zenginliğin tek kaynağı gece gündüz demeden çalışan emekçi yığınlarının el konulan emeği değil mi? Sanayi ve hizmet sektörlerindeki sermaye kesimleri bu sömürüden elde ettikleri gelirin bir kısmını mali sermaye kesimleri ile paylaşıyorlar. Faiz oranı bize, emekçi sınıflara ait olan ve çalınmış emeğin farklı sermaye kesimleri arasında nasıl pay edileceğini veriyor.

Bu yüzden solun faiz politikalarına söyleyeceği bir şey olamaz, yüksek veya düşük emeğimizin sermaye tarafından sömürülüp paylaşılmasını istemiyoruz, o kadar.

Merkez Bankası’nın bağımsızlığı tartışması da aslında aynı tartışmanın devamı gibi gözüküyor. Başka bir deyişle sömürüden elde ettikleri gelirin emperyalist düzende nasıl pay edileceği ile ilgili bir tartışma.

Türkiye’de Merkez Bankası 1931’de sermaye birikimi kamuculuğa ve planlı ekonomiye geçmeden hemen önce kuruldu. O zaman kim çıkıp da Merkez Bankası yürütmeden bağımsız olsun diyebilirdi? Ülkeyi yöneteceksiniz ama para politikalarına karar veremeyeceksiniz!

Merkez Bankalarının bağımsızlığı emperyalist dünyada daha önce tartışmaya açılsa da fiili olarak bağımsız hale gelmesi 1980’lerden sonraya denk geliyor, yani neo-liberal politikaların kurgulanmaya başladığı yıllara.

Kapitalizmin bir daralmaya girdiği, kâr oranlarının azalma eğilimi nedeniyle halen içinde debelendiği yapısal krizden bahsediyoruz. Reel sektörün getirisinin azaldığı bu koşullarda mali sermayenin ağırlığı arttı. Mali sermaye kural ve sınır tanımaksızın dünyayı dolaşmayı, ulusal yürütme, yargı ve yasamalardan bağımsız olarak en yüksek kâr oranlarına ulaşmayı hedefledi.

Bu nedenle merkez bankalarının yürütmeden ve en nihayet bütün ulusal mekanizmalardan muaf olacağı bir düzen IMF ve Dünya Bankası tarafından parlatıldı.

Özal bile 24 Ocak 1980 kararlarında Merkez Bankası’nın bağımsızlığını becerememişti! Bu iş sosyal demokrat ve Dünya Bankası memuru Derviş alçağına kaldı. 2001’de 15 gün içinde çıkarılmasını buyurduğu 15 yasanın içinde “Merkez Bankası Yasası” ve “Bankalar Yasası” da bulunuyordu.

Böylece Türkiye’de ister beyaz yakalı, ister mavi yakalı, ister tarım emekçisi, ister sağlıkçı, öğretmen gibi kolektif emekçi hepimizin ürettiğine uluslararası sermayenin el koyuşu “doğal” bir mekanizma haline getirildi.

Bu yüzden Merkez Bankası’nın bağımsızlığını vurgulayanlara bakıp öfkeleniyoruz.

Peki, Erdoğan ve 20 yıllık AKP iktidarının suçu nerede? Faiz politikasında mı, Merkez Bankası’nı yürütmeye bağlamasında mı?

Sorun şu ki, Derviş’in 15 Yasası’nı AKP uyguladı ve bırakın Merkez Bankası’na söz geçirmeyi Türkiye’de ulusal düzeyde yürütmenin sermaye karşısında “iktidarı” kalmadı.

Demirel’in Türkiye’yi yönetme kapasitesi ve siyasi iradesi Erdoğan’ınkinden 100 defa daha fazlaydı. Kamu iktisadi kuruluşlarının, madenlerin, barajların, limanların, bankaların önemli ölçüde devlete ait olduğu bir yerde iktidarınız olur. Her şey sermayeye devredilmişse neyi yöneteceksiniz, neyi planlayacaksınız? Sermayenin kâr peşinde oradan oraya savruluşları karşısında çaresiz ve ne olduğunu bile anlamaktan uzak bir iktidar var bugün.

Ve bu Erdoğan’ın sorunu değil artık, önümüzdeki dönem ister başkan olarak Erdoğan veya Kılıçdaroğlu, ister zayıf Cumhurbaşkanı’nın altında güçlü başbakan olarak Akşener, hiçbir şey değişmez:

Ülkenin iktisadını hiç kimse yönetemez.

Ve güçlü olmak bu koşullarda ayaklanma hakkını arayacak olan emekçi sınıflara karşı zorba olmak demektir.

Solun, eğer solsa, sosyalizmi şartsız koşulsuz istemekten ve bunun için mücadele etmekten başka yapacağı bir şey yok.

Toplumsal mülkiyet tüm çalınan zenginliklerin emekçi halka dönmesi için zorunlu koşul olarak karşımıza çıkıyor. 

Bu zeminde planlı ekonomi ülkeyi tekrar yönetilebilir yapar.

Bu zeminde herkesin sosyal güvencesini devlet garanti eder, kayıp insanlar olarak çaresizlikten döviz büfelerinin önünde kuyruk olmazlar, bir gelecekleri olur. 

Dar boğazlarda ne yapacaklarına halkın yaygın örgütlülüğü içinde birlikte karar verirler.