Sabahattin Ali’nin güçlü, insanın ciğerine işleyen kaleminden bir kış ve gözlerini bize dikmiş alacaklı Hasan’ın ve kardeşlerinin öyküsü bu…

Kış Geldi

Kızım Sabahattin Ali’nin “Ayran” hikâyesini okudu. Köyünden iki saat uzaklıktaki istasyona güğümündeki ayranı yaz kış demeden satmak için yürüyerek giden Hasan’ın hikâyesi anlatılan.

Şubat’ın 6’sındayız. 6 Şubat 2022. Bir daha bakın yıl hanesine, bu yıllara, bu aylara takılıp duran ben miyim emin değilim ancak koronavirüs salgınında iki koca yılı devirerek üçüncü yıla girdik. Bir yanımız salgın, hız kesmeden, dendiği gibi, sünerek, tüm azametiyle devam ediyor. Bir yanımız kar, kış, boran. Geçtiğimiz iki hafta yoğun kar ve dondurucu hava dalgasıyla hepimiz buz kestik. Hiç, zerre sevmiyorum soğuğu, karı, ayazı. Ama çullandı üstümüze. Soğuğu sevmenin sınıfsal bir yanı varmış gibime geliyor. Kış çile demek benim için. Sinsi, insanın içini buza döndüren ıslıklı poyrazı iliklerimde hissettim bunları yazarken. Soğuğun çaresiz bıraktığı insanlar, hikâyelerde, filmlerde, romanlarda mıh gibi çakılmış aklıma ya Edirne’nin İpsala ilçesindeki sınırda donarak öl(dürül)en 19 göçmeni hangi sözcüklerle anlatmalıyız? Çocuklarına çoraplarını giydirerek onları kurtarmayı ama kendisi donmayı bekleyen göçmen kadından kalan utanç içimizi ezedursun, bilmediğimiz, basına yansımayan, duymadığımız ne hayatlar sönüyor muhtemelen, ne hayatlar…

Gerçek ve kurmaca karışıyor. Kurmacanın kendisi gerçekten daha gerçek olurken bir de bakıyorum yaşananlar gerçek olamayacak kadar gerçek ve akıl dışı. Peki neden? Neden 19 göçmen Edirne’nin İpsala sınırında donarak ölür? Donarak ölmek nedir? 2022’deyiz unutmayınız. Yıl 2022 ve çok değil 30 yıl öncesinde zafer çığlıkları içinde “yeni dünya düzeni” kutlamaları aklımda. Sınırlarda donarak ölmek düzeniymiş demek kutlanan. Fazla söze ne gerek!

Hasan’a dönüyorum. Sabahattin Ali 40’lı yıllarda yazmış olmalı bu öyküyü… İstasyon yolunu, o iki saatlik yolu kışın ayazında yürümek ve geçen trenin yolcularına iki üç maşrapa ayran satabilmek için tepen küçük Hasan’ın öyküsü…

Yazı var, kışı var bu işin.

“Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu. Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek, geri dönmek mecburiyeti…”

Soğuk, çok soğuk…

“Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftalık bir kere, birkaç saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazen de yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat bunlar üç tane aç mideye iki gün bile yetmiyordu… Ondan sonra iki kardeşi beslemek vazifesi küçük Hasan’a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında olan bu sıska çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan ibaret olan evde ellerine ne geçerse yemekten ibaret gibiydi. (…) Onu asıl dehşete düşüren, kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve döndüğü zaman, bu iki sıska mahlûkun kendisine nasıl kinle baktığını hatırlayınca tüyleri ürperiyordu.”

Sabahattin Ali’nin güçlü, insanın ciğerine işleyen kaleminden bir kış ve gözlerini bize dikmiş alacaklı Hasan’ın ve kardeşlerinin öyküsü bu… Edirne’nin kışı, soğuğu, çaresizliğinde donarak ölen göçmenlerin hikâyesiyle ne kadar da benzer.

Sınırda donarak ölmek nedir? Savaş mı var? Bilmediğimiz bir saldırıya mı uğradı Dünya? Kötü güçleri olan uzaylılar istila mı etti tüm sınır boylarını? Bu insanlar neden ülkelerini terk etmek, ölümüne bir ölüm yolculuğu yapmak zorunda? Çıldırmamak, öfkelenmemek, acıdan paramparça olmamak mümkün değil deyip deyip duruyorum ama yaşam devam ediyor. Çok acayip. Kendime güceniyorum en başta, sonra herkese…

Kış günleri akşamlar erken iner ve gece uzadıkça uzar. Hasan’ın istasyondan dönüş yolu zorlu…

“Müthiş bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını daha hızlı atmaya çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu. Soğuktan uyuşan bacaklarında, güğümün her çarptığı yer sızlıyordu. Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgârdan, dizlerine sıçrayan çamurdan ve duyduğu korkunç seslerden korkuyordu. Açlığı, sıska kardeşlerinin gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu. Bir an evvel, köye varmak, ocakta küllenen odun parçasıyla aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak istiyordu. Ne yatmak, ne dinlenmek, sadece bir dört duvar arasında bulunmak…”

Sadece dört duvar arasında bulunmak… Onlar da böyle mi hissettiler acaba? Terk edilmiş, yapayalnız koyu bir korkunun ortasında ve giderek soğuktan uyuşarak, çaresiz…

Susalım bir süre. Susalım. Sonra.

Çok gerçek başka bir hikâyeye başlayalım.

Öte yandan sınırın bu tarafında Derin Yoksulluk Ağı’nın yöneticisi Hacer Foggo, Gazete Oksijen’e 156 bin çocuğun hayalleriyle birlikte okulu bıraktığından söz etmiş. Anne babalar 1 lira bile harçlık veremediğinden çocuklar bakkallara girmez olmuş. Artık 2 liralık pirinç, 5 liralık mercimek veresiye defterine yazdırılıyormuş.

Soğuk, çok soğuk… Bir ateş ver.