Asıl romantizm tüm bunları görmezden gelerek 'ırkçı değilim ama…' diye başlayan cümleler kurup çakma Hitler’lerin peşinde kurtuluş aramaktır.  

'Irkçı değilim ama…'

Bir dünya görüşü, bir ideoloji olarak ırkçılık doğal değil tarihsel bir olgudur, insanlık tarihinin belli bir döneminde ve belli bir coğrafyada ortaya çıkmıştır. Nüvelerine ilk kez 17. Yüzyıl civarında ve Avrupa’da rastlarız, bütünlüklü bir çerçeveye kavuşması için ise 19. yüzyılı beklemek gerekecektir.

Irk esas olarak deri rengi üzerinden tarif edilmiş, ırkçılık da insanlar arasındaki hiyerarşiyi deri rengi üzerine inşa etmiştir. Buna göre, insanlar arasında üç farklı deri rengi mevcuttur: Beyaz, sarı ve siyah. Beyazlar ırk hiyerarşisinin en tepesinde yer alırlar. Çünkü medeniyetin uygarlığın kurucusu onlardır, bilimsel keşifleri ve icatları onlar yapmışlardır. Her yönden diğer ırklardan üstündürler ve tam da bu nedenle dünyayı “beyaz adam”ın yönetmesi, diğerlerinin de ona tabi olması doğal bir zorunluluktur.  

Irkçılığın söylemindeki temel ikilik “medeniyet” üzerine kurulmuştur. Bir tarafta uygarlar öte tarafta barbarlar, bir tarafta medeniler diğer tarafta vahşiler vardır. “Beyaz adamın yükü” ise dünyaya medeniyet götürmek, kendilerini yönetme becerisinden yoksun vahşileri yönetmektir. 

Irkçılığın 17. yüzyıl civarında ortaya çıkması, çıktığı yerin Avrupa/Batı olması ve beyaz adamın üstünlüğüne yönelik vurgusu bir tesadüf değildir. Çünkü bu dönem Batının Uzak Asya’dan Amerika’ya, bütün bir dünyayı kolonize ettiği/sömürgeleştirdiği, Amerika kıtasındaki yerlileri katlettiği, Afrika’dan milyonlarca köleyi Amerika’ya ve Avrupa’ya taşıdığı bir dönemdir. Sömürgecilik, kendisini meşrulaştıracak bir ideolojiye ihtiyaç duymaktadır ve işte ırkçılık tam olarak sömürgeciliğin ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. 

Irkçılığın merkezi söyleminde kölelik meselesinden kaynaklı olarak 20. yüzyıla kadar beyaz-siyah ayırımı yer almıştır. Ancak Uzak Asya’nın sömürgeleştirilmesi sürecinde “çekik gözlüler” ve 19. Yüzyıl boyunca devam eden savaşlar nedeniyle Osmanlılar/Müslümanlar da “vahşi ırklar”ın bir parçası olarak hedef tahtasına yerleştirilmişlerdir. 

20. yüzyılda ırkçılık

20. yüzyılda ırkçılık faşizm ve Nazizm’le buluşarak yeni bir veçheye kavuşmuştur. 19. yüzyıldaki sözde bilimsel çalışmaların, kafatası ölçümlerinin, sosyal Darwinizm’in ve antisemitizmin mirasını üstlenen Nazi ırk kuramı, Hitler iktidarında kendine bir uygulama alanı bulmuş, başta Yahudiler olmak üzere “aşağı ırkların” imha edilmesinden zihinsel ve fiziksel engellilerin toplu bir şekilde katledilmesine uzanan bir genişlikte, adeta insan aklının algılayamayacağı bir ölüm projesine dönüşmüştür. 

2. Dünya Savaşı’nda Nazizm yenilmiştir ama ırkçılık yoluna özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde devam etmiş, kölelik kaldırılmışsa da ayrımcı politikalardan vazgeçilmediği görülmüştür. Amerikan devletinin gerçekleştirdiği siyasi suikastların yanı sıra Ku Klux Klan gibi örgütler de bu dönemde siyahlara yönelik şiddet eylemleri düzenlemişler, buna mukabil siyah hakları hareketi ve ırkçılık karşıtı hareketler de yükselişe geçmiş, buradan öz savunmaya dayalı silahlı örgütlenmeler ortaya çıkmıştır.  

1970’lerden itibaren ise Avrupa’da neo-faşist, neo-Nazi akımlar gözle görülür hale gelecektir ve bu sefer mesele siyahlar ya da Yahudiler değil, Avrupa’ya düzenli ya da düzensiz bir şekilde gelen göçmenler olacaktır. Özellikle Almanya’nın Türkiye’den işçi göçü almaya başlaması, burada Nazizm’in hayaletinin yeniden ortaya çıkmasında büyük rol oynayacaktır. Aynı yıllarda neoliberal politikaların uygulamaya sokulması süreci hızlandırmıştır; çünkü sosyal devletin zayıflaması, gelir dağılımındaki bozulma, güvencesiz ve taşeron çalışmanın yaygınlaşması, emek hareketinin geri çekilişi gibi olgular, toplumun kendisine yeni bir “günah keçisi” bulmasını kolaylaştırmış, bu da göçmenler olmuştur. Tam da bu nedenle yeni ırkçılığın neoliberal dönemin ideolojisi olduğunu ve gücünü neoliberalizmin tahrip edici politikalarından aldığını söylememizde bir sakınca yoktur. 

Türkiye ve yeni milliyetçilik, yeni ırkçılık 

2000’li yıllara gelindiğinde, reel sosyalizmin çözülüşü, küresel ölçekteki adaletsizlik ve eşitsizlik artışı, kapitalizmin krizleriyle birlikte yaşanan yoksullaşma hali, göçmen sayısındaki patlama gibi faktörlerle ırkçılık ciddi bir ivme yakalamış, buna paralel bir şekilde sağ popülist/ırkçı/neo-faşist akımlar kimi ülkelerde iktidara gelmiş, kimi ülkelerde ise çok ciddi bir popülerlik yakalamışlardır. Almanya’daki “Almanya İçin Alternatif” partisi, Fransa’daki Ulusal Cephe, Hollanda’daki Özgürlük Partisi, bu bahiste ilk akla gelen örneklerdir. 

İşte bugün Türkiye’de ırkçılığın bu “yeni” versiyonuna benzer bir akım yükselmektedir ve bu benzerliğin nedeni de çok net bir şekilde göçmenler/sığınmacılar meselesidir. İktidarın izlediği yeni-Osmanlıcı dış politikanın en önemli sonuçlarından biri Türkiye’ye özellikle Suriye’den milyonlarca kişinin göçmesi ve sığınması olmuş, bu insanların ülkedeki varlığı ise seküler, kentli ve kimi zaman ırkçılıkla flört halinde kimi zaman ise doğrudan ırkçı yeni bir milliyetçiliğin, Avrupa’daki muadilleriyle aynı argümanları dillendiren bir milliyetçiliğin ortaya çıkmasının zeminini teşkil etmiştir.

Bu yeni milliyetçilik türünün özellikle kentli ve seküler bir yaşam tarzına sahip orta sınıflar/beyaz yakalılar içerisinde yükseldiği açıktır. Bunun ise iki temel sebebinin olduğu söylenebilir. Birincisi, derinleşen ekonomik krizle birlikte giderek yoksullaşan bu kesimler, kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmemekte ve yoksullaşmanın faturasını da Türkiye kapitalizmine değil kendilerinden çok ama çok daha yoksul olan sığınmacılara kesmektedirler. İkinci olarak ise bu kesimler siyasal İslam’a ve dinselleşme politikalarına karşı bir öfke beslemekte ama bunun Türkiye’deki sermaye düzeninin bir projesi olduğunu göremedikleri için meseleyi “Araplaşma” olarak kodlamakta, gericiliğin ana kaynağına yöneltmedikleri öfkelerini de çoğunluğu Arap olan sığınmacılara göstermektedirler. 

Bu ikisini kesen olgu ise orta sınıfların/beyaz yakalıların adeta “içgüdüsel” diyebileceğimiz bir şekilde, yerli ya da yabancı fark etmeksizin yoksullara duyduğu nefrettir. Bu sınıflar, kendi yaşam alanlarında yoksulları görmeye tahammül edememekte, onlarla o alanları herhangi bir şekilde paylaşmak istememektedirler. İşte bu yoksul nefreti, bu yeni dalga milliyetçilik üzerinden sığınmacı nefretiyle birleşmekte ve öyle tezahür etmektedir. 

Söz konusu akımın özellikle gençler arasında revaçta olması da şaşırtıcı değildir. Bugünden ve gelecekten umudunu kesmiş, AKP’ye öfkeli ama en fazla sosyal medya üzerinden politize olan geniş bir gençlik kitlesi için sığınmacılar bugün yaşanan her şeyin bir sembolü ve hatta sorumlusu olarak görülmekte, geride kalan yirmi yılın faturası bu insanlara kesilmektedir. 

Yaşananların esas sorumlularının kim olduğu anlaşılmayınca/bilinmeyince bu sonuç kaçınılmazdır. Ekonomik kriz derinleştikçe, enflasyon, yoksulluk ve işsizlik arttıkça, muhalefet gerçek bir seçenek üretmedikçe, sol kitlelerle bağ kurup siyasi bir aktör haline gelemedikçe, toplum olan bitenin tüm yükünü yıkabileceği ve üstelik gücünün yeteceğini bildiği bir günah keçisi bulmuş ve kolektif bir hezeyan ve infial halinde tüm öfkesini ona yöneltmiştir. 

Herhangi bir kriminal vakanın faili, çoğu zaman yanlış çıkan bir şekilde, sosyal medyada anında sığınmacılar olarak ilan edilmekte ve bunun üzerinden çok kolay bir biçimde kimi zaman fiziksel kimi zaman psikolojik bir şiddet dalgası yürürlüğe girmektedir; bu zaman zaman yükselip sonra geri çekilen hezeyan dalgaları ise yaklaşan daha büyük bir felaketin öncü sarsıntıları olarak görülmelidir. 

Hangisi romantizm, hangisi gerçekçilik? 

Böylesi bir konjonktürde Özdağ’ın ve partisinin yükselişi şaşırtıcı değildir. Özdağ, toplumun en ilkel korku ve dürtülerine denk düşecek ve ona en kolay çıkış yolunu gösterecek şekilde hareket etmekte ve başta ekonomik kriz olmak üzere ülkede yaşanan tüm sorunların kaynağı olarak sığınmacıları göstermekte, kurtuluş reçetesi olarak da toplumun önüne sığınmacıların gönderilmesini koymaktadır. 

Onun hamaset ve fantezi yüklü, gerçeklikten uzak “gerekirse zorla göndeririz” söyleminin bu kadar alıcı bulması da bununla ilgilidir; özellikle orta sınıf, nasıl ki örneğin Sedat Peker videoları ile bu iktidarın gideceğini ve kendisinin bir şey yapmasına gerek kalmayacağını düşünmüşse, benzer bir kolay çözüm reçetesini de burada aramaktadır. Oysa çok net bir şekilde söylenmelidir ki sığınmacılar hiçbir şeyin nedeni değil, piyasacılıktan dinselleşmeye, yeni-Osmanlıcılıktan hilafet hayallerine, iktidarın izlediği politikaların toplamının bir sonucudur.

Dolayısıyla esas mesele, piyasacılıkla ve dinselleşmeyle, Türkiye’nin sermaye düzeniyle kavga etmek, bunun için de sınıfsal konumunu, yerini bilmektir. Orta sınıflar/beyaz yakalılar, kendilerinin işçi sınıfının bir parçası olduğunu kabul etmedikçe, solun “sığınmacılar Türkiye işçi sınıfının bir parçasıdır” sözünü de duymazdan gelmekte, bunu bir tür romantizm sanmaktadırlar. 

Oysa burada bir romantizm değil hakikatin ta kendisi vardır. Sol, meseleye milliyetçi-ırkçı hezeyanın perspektifinden bakmadığı gibi, çok kültürlülük, hoşgörü vb. gibi kavramlarla  liberal ya da “hümanist” bir perspektiften de bakmamaktadır ve çok basit bir gerçeği görmektedir: Sığınmacıların ezici bir çoğunluğu Türkiye sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda inşa edilen emek rejiminin en alt katına yerleştirilmişler ve de Türkiye işçi sınıfının bir parçası olmuşlardır, hakikat tam olarak budur. 

Bunu görmeden atılacak her adım dönüp dolaşıp kendisine muhalif diyen kesimleri vuracak, yükselen kolektif hezeyan hali, eninde sonunda ırkçılığa ve dinciliğe hizmet edecek ve ülkeyi bugünküne nazaran çok daha nefes alınamaz bir hale getirecektir. Asıl romantizm ise tüm bunları görmezden gelerek “ırkçı değilim ama…” diye başlayan cümleler kurup çakma Hitler’lerin peşinde kurtuluş aramaktır.