'ABD’nin Batı’nın ötesinde o zaman da bir dünya vardı, yine bir dünya var. Parası, teknolojisi en güçlü olanın, en çok öykündüğümüzün hikayesini tek gerçek kabul etmek zorunda değiliz.'
Bundan 40 belki de 45 yıl önce TRT’de Pazar sabahları bir sinema kuşağı vardı. En çok da ABD yapımı filmler gösterilirdi. Bunların büyük bölümü de “kovboy fimleri” denilen türden yapımlardı. Sanırım hayatında “kovbov filmi” seyretmemiş kimse yoktur. John Wayne filan gibi “yakışıklı” aktörlerin canlandırdığı esas oğlanlar ya Vahşi Batı’ya yönelmiş kervanlara rehberlik ederler, ya da oralara yerleşmiş bir ailenin reisini, o da olmadı, vaat edilmiş ve fethedilmiş o topraklarda kurulmuş derme çatma yerleşimlerin “Şerif”ini canlandırırlardı.
Vahşi Batı’ya yerleşen beyaz insanların işleri zordu. Bir yandan bin bir güçlükle kuyu kazar, su bulur, toprağı işler, bir yandan hayvan yetiştirirlerdi. Pazar günleri inşa ettikleri ahşap kilisede en güzel giysilerini giyip toplanır, papazın vaazını dinler, dua filan ederlerdi. Kimi zaman tam da o sırada yüzü gözü boyalı, kızıl toprak renklerinde, kir-pas içerisinde bir takım vahşilerin saldırısına uğrarlardı. Adı üzerinde vahşi oldukları için o yaratıklar beyaz adamların o topraklara “Tanrı’nın emriyle geldiklerini”, iyi birer Hristiyan olduklarını falan bilmezlerdi. Fırsat buldukça saldırır, çiftlikleri yakar, çocukları kaçırır, kadınlara tasallut eder, kimi zaman da kadın erkek demeden o güzelim beyazları katledip kafa derilerini yüzer, kemerlerine savaş ganimeti diye takarlardı. Neyse ki, sonunda John Wayne veya bir benzeri beyaz cemaati örgütler, silahlandırır, vahşilere dünyayı dar eder ve beyazların o topraklarda mutlu, mesut yaşamalarını sağlardı.
Bu filmlerin tarihte yaşanmış bir takım olayları yansıttığı açıktı ama hepsi bu kadar değildi. Hollywood salt Amerikalılara değil bütün dünyaya sadece gelişmiş silahlara sahip olan, beyaz ve “medeni”lerin yaşam hakkı bulunduğunu böyle anlatıyordu. O filmleri izlediğim, vahşilerin saldığı dehşete yani bugünkü anlamıyla teröre isyan ettiğim, filmin sonunda yakışıklı ve güzel beyazların kazandığına sevindiğim sırada ne Amerikan tarihinden haberim vardı ne de emperyalizmden. Sonuçta, iyi görünen medeni insanlar, uzun örgülü saçlı pasaklı vahşileri yeniyorlardı. Bu da iyi bir şeydi.
Bugün Gazze kıyılarına 2. uçak gemisini de göndereceğini öğrendiğimiz ABD kurulurken, bizim çocukken Kızılderili diye bildiğimiz, şimdi Amerikan yerlileri diye adlandırılan halklar önce mülksüzleştirildiler, kitlesel olarak katledilmek suretiyle seyreltildiler, dar alanlara hapsedildiler, zorla Hristiyanlaştırılarak “medenileştirildiler”, kültürleri, dilleri ellerinden alındı ve sonunda kendi topraklarında folklorik bir unsura dönüştürüldüler.
Biz o süreci uzun yıllar “kovboy filmleri” perspektifinden izledik. Kovboy filmlerinin dönemi kapandı, artık başka kurguları, salt sinemalarda, tv platformlarında değil, sosyal medyada ve haber kanallarında da izliyoruz.
Kafa karışıklığı olmasın. Tarihsel olaylarda, diplomaside analojiye ilişkin görüşlerim belli. Ne Filistinlileri Amerikan yerlilerine ne de İsrailliler’i Amerikalı yerleşimcilerle bir tutmuyorum. Derinlemesine bakıldığında binlerce fark bulunabilir. Kendimce tespit ettiğim benzerlik olgulardan ziyade bu olguların bize anlatılma, aktarılma biçiminde.
Haber alma kanalları çok çeşitlendi. Bütün bunların işlediği mecra ise tek: Internet. Internet’te bir çok farklı bilgiye ulaşmak mümkün. Yalnız bir sorun var. Kimin parası çoksa onun görüşü daha yaygın biçimde aktarılabiliyor. Buna algoritma diyorlar. Tıpkı Hollywood’un bize hikayeler anlattığı zamanda da başka sinema ekollerinin olması ama üretim ve yaygınlık kazanma güçlerinin aynı olmaması gibi.
Hollywood olanca gücü, kudreti, ışıltısı, parasıyla dünyanın bir bölümüne hükmediyordu. Sovyet coğrafyasının dışındaki Avrupa, Türkiye ve Orta-Doğu. Evet Orta-Doğu. Dönemin Avrupa sinemasına, Mısır sinemasına, Türk sinemasına baktığınızda etkisi hissediliyordu. Bununla birlikte o dönemde dahi Hollywood’un tam anlamıyla ulaşamadığı, öykülerin Hollywood gözüyle anlatılmadığı sinemalar vardı.
Demem o ki, ABD’nin Batı’nın ötesinde o zaman da bir dünya vardı, yine bir dünya var. Parası, teknolojisi en güçlü olanın, en çok öykündüğümüzün hikayesini tek gerçek kabul etmek zorunda değiliz. Her şeyden önce 10 yaşında değiliz.
Biz geçen haftadan beri Hamas’ın saldırısıyla başlayıp İsrail’in etnik temizlik ve soykırım faaliyetiyle devam eden olayları izliyoruz. Televizyonumuza, bilgisayarımıza, telefonumuza bilgi ve görüntüler yağıyor. Dünyanın en tanınmış haber kanallarından birinin muhabirinin aktardığı bir “bilgi” yüzünden bir haftadır “kafası kesilmiş bebekler”in olduğuna inanıyoruz. O muhabir sonradan teyit edilmemiş bir bilgiyi aktardığı için özür diliyor ama kafamızdaki “vahşi” tanımına uygun gelen kötü Arapların böyle bir şey yapmış olabileceklerinden emin olarak sürdürüyoruz yaşantımızı.
Bu arada Hamas’ın bebek kafası kesmiş olabileceğiyle beynimiz oyalanırken, Gazze’de hastaneler bombalanıyor. Milyonlarca insan İsrail Ordusu’nun “nazik” ve “medeni” uyarıları doğrultusunda Gazze’de güneyden kuzeye, kuzeyden güneye koşturarak canını kurtarma peşinde. Üstelik bu ilk kez olmuyor. Yıllardır devam eden ırkçı bir siyasetin son perdesi. Biz hâlâ bugün gece gündüz bombalanan ve fosfor bombalarıyla öldürülen çocukların büyük büyük dedeleri toprak sattı mı satmadı mı derdindeyiz. Düpedüz bunamış Avrupalı sosyalist (!) Joseph Borrell’in çarpık mantığına göre “medeniyetin son kalesi Avrupa Bahçesi”nin başındaki Ursula Von Der Leyen soykırımcıların ellerine sarılarak dayanışma pozları veriyor. Macron, Sunak ve Scholz gibi Avrupalı liderler bir yandan katil İsrail rejiminin cinayetlerini alkışlarken, yine medeniyet adına Filistin halkına destek için sokağa çıkanları polislerine coplatıyorlar.
Neyse ki, dünya Batı’dan ibaret değil. ABD Dışişleri Bakanlığı diplomatlarına “gerilimin azaltılması yönünde çağrıda bulunma” yasağı getirirken Fransız Dışişleri Bakanlığı tarafından fonlanan Jeune Afrique dergisinde okuduğum kadarıyla Afrika Birliği Komisyon Başkanı Faki Mahamat, bir yandan tarafların bir an önce görüşme masasına oturmaları gerektiği çağrısı yaparken, sürekli hale gelen gerginliğin ana sebebinin Filistin Halkının başta bağımsız ve egemen bir devlet kurmak olmak üzere temel haklarının çiğnenmesi olduğunu da söylüyor.
Küba’yı filan geçiyorum, Brezilya’nın, Kolombiya’nın soruna yaklaşımları da farklı değil. Dünyanın Hollywood palavralarının günümüzdeki versiyonlarından görece daha az etkilenen yerlerinde her insanının canının değeri aynı neyse ki. Bize düşen gözümüzü, kulaklarımızı bir az daha açıp, bu seslere de kulak vermek, Filistinli çocukların her gün öldürüldüğü bir coğrafyanın neden sadece İsrail’de sivil kayıplar yaşandığı zaman gündeme girebildiği üzerine kafa yormak ve mümkünse önyargı düğmelerimizi kapatıp insan olduğumuzu anımsamak.
Hüsrev Gerede’nin hatıratında okumuştum. Gerede Berlin’de Büyükelçi’yken Nazi Almanyası Türkiye’yi Mihver eksenine çekmek için propaganda faaliyetini yoğunlaştırmıştır. Bu arada kendi içlerinde de yoğun bir tartışma yaşanmaktadır. Nazilerin hizmetindeki bilim (!) insanları, siyasetçiler ciddi ciddi Türklerin “mongoloid mi”yoksa “beyaz ırka mı mensup olduğu” üzerinde kafa yorarlar. Türkiye’yi iyi tanıyan Von Papen gibi diplomat, eski asker ve siyasetçilerin “Türklerin bu konuda çok duyarlı oldukları, bunu yıllardır kendi içlerinde tartıştıkları ve bu meselenin daha uzamaması gerektiği” yönündeki müdahaleleri üzerine, sözde bilimsel araştırmalar bir yana bırakılır ve tartışma Türklerin ittifak yapılabilecek kadar “beyaz” sayılabilecekleri şeklinde sonuçlanır. Çünkü Alman emperyalizminin buna ihtiyacı vardır.
Batı medeniyetinin dünyaya kazandırdığı evrensel bir çok değer vardır ama bu çıkarları gerektirdiğinde ne kadar riyakâr olabileceği gerçeğini değiştirmez. Yüzyıllar boyunca “İsa’yı öldürdüler, Hristiyan bebekleri kaçırıp kanlarını içiyorlar” diye aşağıladıkları, kovaladıkları, öldürdükleri, bundan 80 yıl önce toptan ortadan kaldırmayı neredeyse başaracakları Yahudileri, şimdi “kendileri gibi insan” sayıp, aralarında Hristiyanlar da bulunan Filistinliler’i düpedüz “haşarat” kategorisine sokmaları meselenin kültürel, dinsel filan değil emperyalizm ve onun çıkarlarıyla ilgili olduğunu açıkça göstermektedir.
Belki son bir husus daha var anımsamak gereken. Bir konuya bakarken sonuçlara değil, sebeplere odaklanmak. Sonuçları değerlendirirken, kök nedenleri unutmamak. İsrail’in saldırgan, ırkçı, sömürgeci ve emperyalizmin bölgedeki baş temsilciliğini üstlenen politikaları kök sebeptir, Hamas ise bunun sonuçlarından biridir. Sonucu tartışmadan önce sebebi anlamaya çalışmak akıl ve insanlık gereğidir.