Cumhuriyet döneminin önemli kazanımlarından biri olan dilimizdeki köklü değişimler, özellikle bu alanda altmışlı yıllarla birlikte gelişip güçlenen bir özleştirme akımına yol açmıştı.

Hem doğru hem güzel

Geçen hafta insanların konuştuklarını dinlememi, yazdıklarını okumamı çok güçleştiren birtakım yaygın yanlışlar ile çirkinliklerden örnekler vermek üzere başlayıp yazıyı fazla uzattığım için bunlara hiç giremediğimden yakınmıştım. Bu yakınmadan sonra da eğer düzen politikacılarının abuk sabuk gündemlerine atlanamayacak eklemeler yapılmaz, bizim kendi mücadele gündemlerimizde ise bekletilmeden değinilecek değişiklikler olmazsa, böyle iki koşula bağlayarak, gelecek hafta devam ederiz, demiştim. Devam etmek üzere yazıya başladığımda iki koşul da gerçekleşmiş sayılırdı.

Hem doğru hem güzel olmalı derken, kişinin anadilini ya da ülkesinin resmi dilini kullanırken titizlenmesi gereken nitelikleri anlatmak istiyorum. Ancak, burada hemen bir açıklık getirme ihtiyacının doğduğunun da farkındayım. Bunlardan ilki herkes için geçerliyken, ikincisinde durumun tam da böyle olduğu söylenemez. Herkes dilini doğru kullanmalıdır; öyle yapmazsa derdini, düşüncesini, isteğini, itirazını, her neyse, bütün bunları ve benzerlerini iyi anlatamaz, böylece birlikte yaşadığı, çalıştığı, yönettiği, kendisini yöneten insanlarla yeterince anlaşamaz, sonunda birçok eksikliğe, kargaşaya, hatta çözülmesi güç soruna yol açabilir. Buna karşılık, dili güzel kullanmak herkesin becerebileceği iş değildir, üstelik herkes için çok da gerekli sayılmaz. Şair ya da yazar yahut bilimsel ürünler üretip bunları başkalarının bilgisine sunmak durumunda olan bir insan değilse… 

Cumhuriyet döneminin önemli kazanımlarından biri olan dilimizdeki köklü değişimler, özellikle bu alanda altmışlı yıllarla birlikte gelişip güçlenen bir özleştirme akımına yol açmıştı. Ancak, bir yandan bu akımın bazı özellikleri ile yanılgıları, bir yandan toplumsal hayatın değişik alanlarından kaynaklanan etkenler, bazıları geçici çözümlere ulaştırılabilen bazıları tümüyle çözümsüz kalıp biriken sorunlar yarattı. Bunları ele almak, bu yazının amacını da sınırlarını da aşar. Ben son birkaç yılda yaygınlaştığı basbayağı kolaylıkla saptanabilen birtakım yanlış kullanımlara değineceğim sadece. Bunların çoğu, hatta tümü sıradan yurttaşların, sıradan derken her günkü yaşantılarında en temel ihtiyaçlarını nasıl karşılamaya çabalıyorlarsa dili de öyle bir doğallık içinde kullanıp duran insanların yanı sıra, dilin doğru ve güzel kullanımı konusunda meslekleri ya da konumları gereği bir eğitsel işlevleri olduğu kabul edilebilecek kimselerin de sık sık düşebildikleri yanlışlar. İşin asıl kötü yanı da bu ikincilerin gittikçe çoğalması.

***

Rahatsız edici bulduğum yanlışların bir bölümü, özleştirme akımının belli bir düzeye ulaştığı görülen başarısından kaynaklanıyor. İlk bakışta çelişik görünen anlatım biraz değiştirilerek şöyle söylenebilir: Bu akımın başarısı sayılması gereken bir yaygınlık kazanmış sözcükler, deyimler, terimler, onların artık ya tümüyle kullanılmaz ya da çok seyrek kullanılır duruma gelmiş olan yabancı dillerdeki, eski karşılıkları ile yan yana kullanılabiliyor. Neredeyse  alışkanlık olmaya yüz tutmuş bu yanlışlıklar, kimi kez tuhaf, belki de gülünç denebilecek konuşmalara, yazılı anlatımlara, seslenmelere yol açabiliyor.

Örnek olsun, şu tür konuşmalara sıkça rastlar olduk ne zamandır: “Defalarca kez uyardım, yine yapıyor!” Üstelik, küçük çocuklar, dikkatsiz gençler falan da değil, koca koca insanlar söylüyorlar, hem de herkesin içinde, bir yığın izleyicinin önünde. “Pek çok kez uyardım” diyemiyor sözün gelişi. Artık geride kalmış “defa” sözcüğünden kurtulamıyorsan, “defalarca” diyebilirsin, zararı yok. İkisini art arda kullanınca, çok fazla uyarıda bulunduğunu anlatmış olmuyorsun, dilini çorbaya çevirmiş oluyorsun, o kadar. Bu benzetme uygun olmadı aslında; çorba iyi yapılırsa hem lezzetli hem yararlı bir yemektir. Oysa, dilimizdeki varlığından söz ettiğim çorbanın pek çok zararı var.

Benzer bir örnek de kıymet ekleyerek değeri artırma modasında karşımıza çıkıyor. Herhalde çok değerli insanların değerini anlatmaya yetsin diye olmalı, kürsüye, sahneye çağrılırken “Şimdi de kıymetli bir değerimiz huzurlarınızda!” diyenlerden geçilmiyor. Bunu işitenler, “Ne derya adammış kardeşim, hem kıymetli hem değerli!” diye düşünüyor olmalılar.  

Eskiden tumturaklı söz söyleme meraklıları ile dalga geçmek için uydurulmuş bir tür tekerleme vardı: “Babıâli yüksek kapısından atlı süvariler geçti!” Biraz daha uzundu galiba, belleğimde bu kadarı kalmış.

Aynı anlamdaki eski bir sözcükle yenisini yan yana, art arda kullanma biçimindeki kötü alışkanlığın “ve” bağlacına aşırı düşkünlükle de bir ilgisinin olduğu ileri sürülebilir. Böylece anlatıma bir zenginlik katıldığı sanılıyor sanki. Böyle bir saptamada az çok doğruluk payı varsa, bu Arapça kökenli bağlacın azaltılması, özleştirmecilikte yüksek başarılara ulaşmayı kolaylaştırabilir.

Bunu der demez, çok eski günlere gidip bu alanın hızlı bir yarışmacısından söz etmeden geçemiyorum.

Ankara Üniversitesi’nin en tanınmış fakültelerinden birinde profesördü. Çalıştığımız kurumda da yarı zamanlı yönetim danışmanı. Sınır tanımayan bir özleştirmeciydi. Konumuzla ilgisi olmamakla birlikte, solcu sanılmasın diye, siyasal eğiliminin sağ Kemalist tanımına uygun düştüğünü ekleyebilirim. Hiç unutmam, bir gün, telefon edip beni odasına çağırdı. Her zamanki aşırı kibarlığıyla, biraz vaktin varsa, falan diyerek. Yönetim katındaki odasına girdiğimde, ayağa kalkarak karşıladı, beni masasının karşısındaki koltuğa buyur etti. “Çay içeriz, değil mi Mesutçuğum?” diye söze başlayıp yanıtımı beklemeden çayları ısmarladı. Biraz şaşırtıcı bir durumdu; çünkü cimriliği dillere destandı diyemesem bile dedikodusu yapılan bir özelliğiydi. “Bil bakalım ne oldu?” Ben de havaya girmiştim doğrusu, Hababam Sınıfı fırlamalığım işe karışmıştı. “Hayırdır hocam, ne oldu?” diye soruyu soruyla yanıtladım. “Hayır, hayır” diye devam etti, “bugün yüzde doksan sekize ulaştım.” Hangi havaya girdiğimi az önce söylemiştim, oradaydım hâlâ: “İnanmıyorum hocam, bunu da başardınız ya, kutlarım sizi!” 

Son satırları bilmece olmaktan çıkarmak için açıklamam gerekir herhalde: Yazdığı metinlerdeki öz Türkçe sözcükleri sayar, bunu toplam sözcük sayısına bölerek bulduğu oranı yükseltmeye çalışırdı. Ulaştığına çocuk gibi sevindiği oran gerçekten de çok yüksekti. Aynı sevinçle devam etti: “Sor bakalım, nasıl başardım?” Ondaki sevinç, bendeki dalgacılık sönümlenmek bilmiyordu; kışkırtmaya devam ettim: “Sordum işte hocam, nasıl başardınız?” Kendisi uzun uzun anlatmıştı ama, ben özetle aktarayım: Metindeki “ve” bağlaçlarının tümünü atmış, yerlerine ya “ile” sözcüğünü yazmış ya da virgül koymuş. Bana da öyle yapmamı öğütlemişti. Ne yazık, ve’leri biraz azaltmakla birlikte, bu öğüdünü tutmadığımı belirtmeliyim. Bir de şunu eklemeliyim: Dalga geçmeyi tadında bırakma becerim yerindeydi doğrusu. Ne de olsa, aşağı yukarı babam yaşında adamdı, kırıp gücendirmeye gerek yoktu.

*** 

Yukarıda moda deyince özellikle gazetecilik mesleğindekiler arasında rastlanan bir başka moda aklıma geldi. Bazı sözcüklerin maymuncuk niyetine kullanımına tanık olmaya başladık. En çok karşılaştıklarımızdan biri “sıcak” sıfatı. Bunun yalnız ya da en çok havaları anlatmak için başvurulan bir sözcük olduğunu sananlar yanılırlar. Benim saptayabildiğim kadarıyla ad soylu şu sözcüklerle de sık sık yan yana getirilip pek kullanışlı tamlamalar yapılabiliyor: haber, gündem, başlık, bilgi, not, gelişme. Hepsi olabilir: sıcak haber, sıcak gündem, sıcak başlık, sıcak bilgi… Fırından yeni çıkmış mübarekler, sıcak sıcak.

Son bir örnekle bitireyim.

Tırnak içinde diye diye konuşanlara takılır oldum bir de. Kendim de tırnak işaretlerini çokça kullanıyorum yazarken, bu alışkanlığı düzeltmeliyim. Ama buradaki tırnak içinde sözleri, bildiğimiz noktalama işaretinin anlamından farklı. Bir test sorusuna benzetirsek, anlamına ilişkin yanıt seçeneklerini şöyle sıralayabiliriz: (a) Başkalarından aktarıyorum. (Kendisinin katılıp katılmadığı belli değil.) (b) Ben katılmıyorum, başkasının görüşü. (c) Vurguluyorum, altını çiziyorum. (d) Hiçbiri. (e) Hepsi.

Hele tırnak içinde derken iki elini baş hizasına ya da biraz daha yukarıya kaldırıp işaret ve orta parmaklarıyla kukla oynatanlara benzer hareketler yaparak konuşmalar yok mu, işte o anlarda kopuyorum. Yalnız başımaysam birtakım hoş olmayan söylenmelerin yardımına başvuruyorum, başka insanlarla birlikteysem kalkıp kendimi dışarılara atmam gerekiyor. 

Bende son zamanlarda bağışlanması güç bir aşırı sinirlilik hali mi ortaya çıktı, yoksa tepkilerimde hoş görülebilir yanlar bulmak mümkün mü, anlayabilmiş değilim.