Cumhuriyete sahip çıkanlara bin bir türlü yafta ve iftira yakıştıranları, halkların kurtuluşunu Emperyalizmin kucağında arayanları okuyorum günlerdir. Anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum.

Cumhuriyet iyidir

Cumhuriyetin yüzüncü yılını mülki amirin, kolluk kuvvetinin, çelenklerin ve ikiyüzlülüğün olmadığı, Cumhuriyeti öldürenlerin bulunmadığı bir yerde kutladım. Çoğu emekli yüz kadar yurttaş, öyle özel idarenin genel idarenin filan değil, maliyetini kendi kıt gelirlerinden  karşılayarak yaptırdıkları Atatürk büstü ve iki bayrak direğinden oluşan küçük tören alanının önünde bir tören düzenlediler. 

Büstün önünde beş sıra oluşturdular. Çoğu zaman gülümseten ama içlerinden gelen sözlerle Cumhuriyeti anlatan kısa konuşmalar yaptılar, akşam 19:23’te başlayacak fener alayı için sözleşip evlerine dağıldılar. Tekstilden emekli komşum Seyfi Bey de oradaydı, konuşmasında Cumhuriyetin özellikle kadınlar için ne ifade ettiğini bağıra bağıra vurgulayan emekli Ayşe öğretmen de. 

Çocukluk, ilk gençlik günlerimde okullarda katıldığım törenleri anımsadım. 12 Eylül dönemini. Kabaca 40 yıl öncesini.  “Rahat, Hazır ol, dikkayt!” haykırışları, sırayı “bozanları” hizaya sokmak için ellerinde cetvelle öğrencilerin arasına dalan yönetici bozuntuları, hepimizin yüzünden taşlı avluya süzülen “bitse de gitsek” duygusu, derin bir sıkıntı ve kutlanan her ne ise ona karşı duyulan bir ergen öfkesi.

Geçen kırk yılda Cumhuriyet, o bayramları kitleleri sersemletme aracı, Atatürk resmi, Türk bayrağı ve İstiklal Marşı’nı işkence aleti olarak kullananların, onların badem bıyıklı yavrularının ve her ikisini de cömertçe fonlayanların kanlı ve kirli ellerinde tükendi ve can verdi. 

Bizde ve dünyanın birçok yerinde can verenler toprağın altına gömülür. Cumhuriyeti “taammüden ve canavarca hisler besleyerek” öldürenler ise belki düştüğü toprakta yeniden yeşerir korkusuyla üstüne hazır beton döktüler, dökmeye de devam ediyorlar. Yalnız bir sorun var, yüz yıl önce doğan Cumhuriyet öldürülebiliyor ama kitlelerde canlı kalan izlerini öldürmek o kadar da kolay olmuyor.  

Hiçbir halk ve toplum yekpare değil elbette. 100 yıllık Cumhuriyetin yarattığı kaşıntıyı bir türlü gideremeyenler de var. Çekingen saltanatçı, hilafetçi tayfadan ya da karanlıkla beslenip büyüdükleri için yaşadıkları mağaraya Cumhuriyetle gelen aydınlıktan rahatsız olanlardan söz etmiyorum. Ümmet derken zimmet düşünenlerin durduğu yer belli.

1923’te “liberal” ya da “radikal” demokrasi kurulmamasını yapısal eksiklik olarak yorumlayanlar, Cumhuriyeti tarihsel hata, Lozan’ın halkların cenaze töreni olarak görenleri, ülkesine, Cumhuriyete sahip çıkanlara bin bir türlü yafta ve iftira yakıştıranları, halkların kurtuluşunu Emperyalizmin kucağında arayanları okuyorum günlerdir. Anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum. İtiraf etmeliyim ki başaramıyorum.

Büyük Fransız Devrimi’nin başlangıç tarihi 1789 kabul ediliyor. İlan edilen ilk Anayasa Meşruti Monarşi öngörüyordu. Devrimden tam üç yıl sonra Kraliyet ve o anayasa ilga edildi ve Birinci Cumhuriyet kuruldu. Fransız halkı bizden daha uyanık davrandı ve düşmanla işbirliği yapan Kral 16. Louis’yi firar ederken yakalayıp dünyadaki anlamsız varlığına son verdi. Devrim, devrimciler ve devrimci görünen karşı devrimcilerin amansız mücadelesiydi aynı zamanda. Devrimden beş yıl sonra Yurtsever Devrimci Robespierre idam edildiğinde emekçi halk kaybetmişti. Cumhuriyet aslında o gün öldürülmüştü.

Devrim ve keskin kanlı bir süreçti. Vendée ve Brötanya’da ayrıcalıkları ellerinden alınan Aristokratların, kendi Monarşisi için titreyen İngiltere’nin ve Kilisenin kışkırttığı köylüler ayaklandı. Fransa’nın batısında yaşanan iç savaş 1791’den 1800’e kadar aralıklarla devam etti. 

Brötonlar Fransızlar’dan farklı bir halktı ve Keltçe kaynaklı başka bir dil konuşuyorlardı. Kraliyet dönemi boyunca eğitim ve refahın uğramadığı, aristokratlar ve Kilise’nin boyunduruğunda yoksul, cahil bırakılmış bir bölgeydi. Uzatmayalım, ayaklanma bastırıldı. O dönemde bir yandan Devrim’i boğmak niyetindeki dış düşmanlarıyla boğuşan Paris, ayaklanmayı bastırmak için son derece sert yöntemler kullandı. Giyotin hiç durmadı. Sadece Brötanya’da yaşlı, çocuk, kadın erkek demeden 100 binden fazla insan öldürüldü. O dönem bölgenin toplam nüfusu 2 milyon tahmin ediliyordu. Fransız Devrimi Brötanya ayaklanmasını uzun yıllar affetmedi. Bröton dili yasaklandı, kullananlar kovuşturuldu. Buna karşılık bölgede okullaşma ve Fransızca öğretimi bir türlü yaygınlaşmadı. Öyle ki, Birinci Dünya Savaşı başladığında askere alınan yüzbinlerce Bröton gencin büyük bölümü Fransızca verilen komutları anlamadıkları için kitleler halinde can verdiler. Brötonca eğitiminin tam anlamıyla özgür bırakılması ve yaygınlaşması için 1970’li yılları beklemek gerekti.

Fransız Devrimi, Bröton halkına, kültürüne hiç de iyi davranmadı, hatta tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştı. Bugün birilerinin taktığı gözlükleri takıp hikmet yumurtlamaya kalkarsak Devrim’in sayısız insanlık suçuna imza attığını söyleyip kenara çekilebilir, toptan mahkûm edebiliriz.

Peki bütün bunlar Büyük Fransız Devrimi’ni tarihsel bir hata saymamız için yeterli bir gerekçe midir? O devrim, Marx’ın ilk Komünist Devrimci kabul ettiği Babeuf’ü hapse attı, kurşuna dizdi. Robespierre’e, Marat’ya ve onların kurduğu Cumhuriyet’e bunun için sövüp saymalı mıyız? 

Fransız Devrimi Bröton halkını ezip geçerken bir yandan da dünyanın her yerinde ezilen haklara esin kaynağı oldu. Macar isyancılar da Bulgarlar da İstibdada karşı dağa çıkan Resneli Niyazi ve arkadaşları da Devrim’in marşı La Marseillaise’i  direnişlerinin bayrağı yaptılar. Büyük Fransız Devrimi, Komün hareketinin de hazırlayıcısı oldu, Güney Amerika’daki Bolivar hareketinin de Ekim Devrimi’nin de Türkiye Cumhuriyeti’nin de.

Mustafa Kemal yüz yıl önce bir Cumhuriyet kurdu. Cumhuriyet bir sürü yanlış yaptı. Kürt halkına hiç de iyi davranmadı. Buna karşılık Kürtler de dahil bu topraklarda yaşayan bütün halklara vatandaş olmayı, hakkına razı olmamayı, entarili, sarıklı sahtekarların her dediğine inanmamayı öğretecek bir yapının temellerini attı. Bu süreçte kimimiz daha çok, kimimiz daha az öğrendik. Cumhuriyet yeterli değildi ama gerekliydi. Cumhuriyet kurulurken bu ülkede yine Komünistler, Sosyalistler vardı. Kovuşturuldular, öldürüldüler. Cumhuriyet bir yandan bunu yaparken, kurduğu ve yaygınlaştırdığı eğitim sistemiyle, dayattığı evet dayattığı Laiklik’le karanlığa boyun eğmemenin, solun toplumsallaşmasının da yollarını açtı. Kimilerinin sabah akşam yinelemeyi marifet saydığı “Coğrafya kaderdir” sakızının saçmalığını kanıtlayan bir toplum yarattı. 

Ben bugün Cumhuriyetin 100 yılını, yaşadığım küçük yerleşimde, şalvarlılar, pantolonlular, şortlular, meçli saçlılar ve kırmızı beyaz başörtülüler, emekli işçi, emekli memur çiftçi ve tarım emekçilerinden oluşan küçük bir kitleyle, ama askeri ve mülki erkânsız ve “bitse de gitsek” duygusuna kapılmadan kutladım. Kâr hırsıyla Cumhuriyetin kazanımlarını ıslak beton altına gömmeye kalkışan burjuvaziyi on yıllardır sırtında taşıyan bu kitlenin umutlarının ve kararlılıklarının tükenmediğini gördüm. 

1923 Cumhuriyetinin halkın yüreğinde sapasağlam duran kaidesinin üstünde laik, sömürüsüz ve bağımsız bir Cumhuriyeti inşa edebileceğimize, bu topraklarda insana yaraşır tek düzen olan Sosyalizmi büyütebileceğimize inancım güçlendi.

Cumhuriyet iyidir. Sosyalist bir Cumhuriyet çok daha iyi olacak.